Hikayeler Mutluluğun kimyası Inayet Han´in hayati Tasavvuf ve Hindistan

Hikayeler

Musa ve çoban

Bir kişinin ibadet ettiği Tanrısına derin saygı ve hürmetini hangi yolla ifade ettiği pek önemli değildir. Önemli olan ibadetinde ne kadar samimi olduğudur. Tanrının bir evinde biz insanları şapkalarını taşımadan girdiklerini görürüz. Hindistanda, İranda, Arabistanda insanlar ise camiye giderlerken başlarına türban takarlar. Bu onların örf ve adetidir. İnsan dua ederken ayakta mı duruyor, oturuyor mu, diz mi çöküyor veya yere uzanıp secde mi ediyor ya da topluluk halinde yalnız olarak mı ibadet ediyor ! Bunların hiçbirinin önemi yoktur. Önemli olan ibadet eden kişinin saf ve temiz olması ve kişinin zihin ve his dünyasının Tanrıyla bağlantı halinde olmasıdır. Samimiyet ve ciddiyet ve doğruluk bu konuda çok önemlidir.

Bir çiftçinin çocuğunun hikayesi bu konuyu çok güzel anlatır. Bir çiftçinin çocuğu günlerden bir gün babasının davarlarını ormanda güderken, köyünde bir din sahibi hocanın geldiğini öğrenir. Bu hoca Tanrı hakkında insanlara bilgi vermekte ve Tanrının isimlerini övmekte ve yüceltmektedir. Çocuk duyduklarından çok etkilenir ve tekrar ormana koyun gütmeye gittiğinde içine doğal olarak bir ibadet etme, Tanrıya yönelme isteği duyar. Ormanda yalnızken yüksek sesle Allah’la konuşmaya başlar. “Allah’ım senin hakkında çok şeyler işittim. Sen ne kadar iyiymişsin, ne kadar nazikmişsin. Şu anda yanımda olmanı çok isterim.O zaman sana büyük saygı ve hürmet gösterirdim. Koyunlarıma dikkat ettiğimden daha çok sana dikkat ederdim. Hatta en sevdiğim tavuklarımdan bile sana daha çok ilgi gösterirdim. Yağmur yağsa seni, benim ahırımda korurdum. Soğukta ise sana kendi yorganımı verirdim. Güneşin sıcağında da seni yıkayarak korurdum. Kucağımda seni uyutur ve şapkamla da seni serinletirdim. Daima sana bakar, dikkat eder seni kurtlardan da korurdum. Kuvvet helvası ekmeğinden yedirir, ayran içirirdim. Eğlenmen için şarkı söyler, dans eder ve kavalımla senin için müzik çalardım. Allah’ım ne olur gel, beni ziyaret et. Gör ben sana nasıl bakarım.” O sırada Musa, Tanrının elçisi, aynı yerden geçer. Bu genç çocuğun tüm dediklerini duyar ve çok kızar. Çocuğa seslenerek “delikanlı, ne kadar aptal birisin ki, Tanrıyla böyle bir konuşma içine girebildin. O tanrı ki, bilinmeyen ve görünmeyendir. Gökyüzündedir, onun önünde dayanabilecek hiçbir kuvvet, hiçbir güç yoktur. O en güçlü, en kuvvetli odur. Her türlü şeklin, ismin ve rengin ötesindedir. Her türlü insanın yapabileceği mukayesenin ve düşüncenin üzerindedir o.” Musa peygamberin laflarını duyan genç çok üzülür ve korkar yaptığından dolayı. Yürümesine devam eden Musaya biraz sonra Allah-ü Tealadan bir vahiy gelir. “biz senin bu işte hiç de hoşnut değiliz. Sen bizi bilmediği halde, yine de bizi çok seven bir kulumuzun kalbini kırdın ve üzdün. Bizden uzaklaştırdın. Belki o bizi senin bildiğin kadar bilmiyordu ama genede bildiği kadar, anladığı kadar bize yönelmişti. Onun kapasitesi o anda o kadardı. Bizi sevenlerimizin tümü farklı şekillerde ve sevgilerinin farklı kapasitelerine göre bizi resimlendirirler. Ve biz hangi şekil ve kıyafetle olursa olsun bize gönderilen sevgilerini algılarız. Onlar hepsi bizim yarattığımız mahlukattır.ve biz onlar hatta güneşe bile tapsalar gene onların tapması, ibadeti bizedir. Biz kendi çocuklarımız arasında seni, onları birleştiresin diye yolladık. Yoksa bizden uzaklaştırasın diye değil.” Şayet Allah’a ulaşmada ilk adımın ona olan samimi ve doğru aşktan geçeceğini bilsek, onun farkına varsak, bildiklerimizi hemen açığa vurmaktan çok tereddüt ederdik. Ve hiç kimseyi asla kafir ve putperest olarak adlandırmazdık. Ve bu dünyada hiç kimseyi de değersiz olarak tanımlamazdık. Bir kişinin Tanrıya nasıl ibadet ettiğini bilmemiz mümkün değildir. Onun kalbindeki samimiyeti bilemeyiz. Ve en önemlisi de gerçekten bu samimiyettir.

Biraz önce yaptığım Musa ve çoban çocuk hikayesinin tercümesine, ayrı hikaye, başka yerde rastladım. Hikayeye devam etmek gerekir. Devam edilecek yer Musa çocukla konuştuktan sonra Allah-ü Teala ona sesleniyor. “Musa, ne yaptın?” biz seni, bize arkadaşlarımızı getirmen için yolladık, yoksa onları bizden ayırman için değil. Bizim hakkımızda o ne düşünürse bizim için doğruydu. Onu aynı şekilde bizim hakkımızda düşündüklerini düşünmeye bırakıp, bizden uzaklaştırmayacak ve korkutmayacaktın”der. Herkesin Tanrı hakkında kendine göre bir tasavvuru ve fikri vardır. En doğrusu herkesi kendi fikriyle baş başa bırakmaktır.

Aşk

Mistik kişinin dinine ve ahlakına gelirsek. Mistik kişinin bir tane ahlakı vardır, o da aşktır. Onun dininde bir amaç vardır. Bu amaç ta Allah’ı gerçekleştirmektir. Bu yüzden onun Tanrısı, Tanrıyı sadece herhangi bir yerde tasavvur eden, ama gerçekleştirmemiş olan milyonlarca insanın Tanrısından daha yücedir. Çünkü onun için Tanrı bir hakikattir, gerçektir. İnsan peki Tanrısı nasıl gerçek, hakikat yapabilir ki? Eğer biz gerçek olmayanı gerçek yapıyorsak, o zaman hakikati gerçek yapmamız daha kolaydır. Bir puta tapan brahmana, ordan geçen biri demiş ki, “ne kadar aptal bir insansın. Halbuki sen yüksek kısımdan bir brahman, dini bir hocasın. Ve yüksek bir kültürden de geliyorsun ama yine de kendi ellerinle yaptığın bir puta tapıyorsun.” Brahman bunun üzerine şu cevabı vermiş, “eğer senin imanın ve inancın sağlamsa, bu taştan Tanrı senin hakiki Tanrın olacak ve sana yardım edecektir. Ama imanın ve inancın yoksa, şekilsiz ve şemalsiz olan gökyüzündeki Tanrının da hiçbir anlamı kalmaz.” Bu düşüncenin arkasındaki fikir şudur: biz Tanrı gerçeğini bilmemekte ve görmemekteyiz. Çünkü biz hakiki olmayan her şeyi gerçek gibi kabul etmekteyiz. Bu hakiki olmayan dünyanın büyük etkisi altındayız ve onun peşinde koşmayız. onu amaçlamışız, ve onun içinde yaşamaktayız. Sabahtan akşama kadar varoluşumuzla, konuşmamızla bu illüzyon dolu dünyanın esiriyiz. Bütün bu hakiki olmayan şeyler bizi gerçekten uzaklaştırmakta ve bizi perdelemekte.

İyiliğin ne olduğunu bulabilmek için kötülüğü bulmamız lazım ki, ikisini mukayese ederek iyiliği anlayabilelim. İkisini de bulduğumuz zaman, bu taktirde her ikisi de bizim için açık ve seçik bir hale gelir. Kötülük bize iyiliği gösterir. Hakikati bulabilmemiz içinde ilk önce bizim hakiki olmayanın ne olduğu bilgisine erişmemiz lazımdır. Bu da çok zor bir şey değildir. Bizim günlük, halk dilimizde sahte kelimesini kullanırız. Sahte, yani hakiki olmayan demektir. Değişikliğe ve yok olmaya mahkum olan şeyler bizim gözümüzün önünde canlanabilir, olabilir. Ama onlar hiçbir zaman aslında göründükleri gibi değillerdir. Gözümüzün önündeki tüm bu varoluşlar, bunların hepsi değişmeye ve ölüme mahkumdurlar. Ve böyle olan şeyler de hakikat değildir. Gerçek olamazlar. Fakat durumun böyle olduğunu biz sadece hakikatle ilgili belirli bir bilgi sahibi olduğumuz taktirde anlayabiliriz. Eğer biz bunları, gerçek olmayan, gerçek dışı olarak göremezsek, o taktirde hakikati bulma arzusuna sahip olamayız. Hakiki olmayanın ne olduğunu bulmalıyız. Ve hakiki olmayan hakkında bilgi edinmeliyiz. Ancak o taktirde hakikati bulma yolunda diğer bir adım atabiliriz. Hikayenin sonu, sayfa 152.

Mutluluk ve Tanrı İdeali

Peki herkesin Tanrı hakkındaki fikrini, tasavvurunu ve idealini doğru olarak kabul edip, onları kendi haline mi bırakmak gerekir? O taktirde böyle kişiler gelişebilirler mi? Daha doğru bir ideale ve fikre kendiliklerinden ulaşabilirler mi? İnsanlığın büyük hocalarının öğrettiği Tanrı hakkındaki yüksek fikir ve değerlere insan o zaman kendiliğinden gelebilir mi? Bu soruya cevap evettir. Ruhani mükemmeliyete ulaşma yolunda üç basamak vardır. Bu üç basamağın birincisi, insanın kendi hayalinde ve tasavvurunda Tanrıyı mümkün olduğu kadar yüceltmesi ve mükemmeleştirmesidir. Tanrıyı kişilerin en mükemmel şekilde kendilerinde gerçekleştirmeleri için de büyük hocalar çeşitli ibadet yolları ve dualar göstermişler ve öğretmişlerdir insanlara. Tanrıyı affedici, bağışlayıcı, hakim, en güzel, en seven olarak tanımlayarak. Tüm bu sıfatlar aslında bizim Tanrı hakkındaki sınırlı fikirlerimizdir. Tanrı hakkında söylediklerimizden, düşündüklerimizden çok daha büyüktür. Şayet bizim tüm fikirlerimizde ve tasavvurlarımızda ne kadar Tanrıyı yüceltmeye çalışsak da, o yine de bizim tasavvurumuzdan ve tahayyülümüzden çok, çok daha büyüktür. Onu yücelterek daha mutlu edemeyiz. Fakat onu büyüterek biz kendimiz belirli bir büyüklüğe erişebiliriz. Bizim bakış açımız genişler. Bizim ruhumuz derinleşir. Bizim idealimiz daha da yükselir. Bu şekilde daha büyük bir vizyonu yaratmış oluruz. Ufkumuzu genişletmiş oluruz. Bu bizim kendi genişlememiz için geçerlidir. Bu yüzden de dualarımızda, ibadetlerimizde, tefekkürümüzde Tanrıyı mümkün olduğu kadar yüceltmemiz gerekir.

Bu düşünce tarzının arkasındaki hakikat ise, bir kişi diğerlerinin hep iyi noktalarını görürse, onların eksiklerini kapatırsa, her gün artarak asilleşmeye başlar. Başkalarını asilleştirerek, diğerleri hakkında iyi düşünerek, kendisi asilleşir ve iyi düşündüğü insanlardan daha da iyi olur. Başkaları hakkında kötü düşünenler ise, kendi içindeki iyiliği perdeleyerek zaman içinde vizyonları kötüleştiştiğinden kendileride kötü olurlar. Bu yüzden hakikati arayan her kişinin birinci ödevi ve geçmesi gereken birinci basamak Tanrı’yı mümkün olduğunca yüceltmesidir. Bunu kendisi için yapar, çünkü bu şekilde için de bir ideal, bir ülkü oluşturur. Bu kendisinde oluşturduğu ideal sayesinde kendiside yücelir.

İkinci basamak ise kalple çalışmaktır. Birinci basamak akıl basamağıydı. Orda entelektüel olarak, zeka yoluyla Tanrı’yı büyütmek gerekir. Bu düşünce ve tasavvurla bir ressamın yapacağı iş gibidir. Fakat bundan daha önemlisi kalple çalışmaktır.

Günlük yaşantımızda aşk fenomenine hep rastlarız. Aşkın bize öğrettiği birinci ders, ‘ben yokum, sen varsın’, dersidir. Bu yolda ki ilk adım, kendi zihin ve hislerimizden uzaklaşıp, sadece sevdiğimizi düşünmektir. Eğer biz bu basamağa erişemezsek, sevgi sadece kelime olarak sözlükte kalır. Çok kişi aşk ve sevgi üzerine konuşur, ama çok az insan onun ne olduğunu bilir. Aşk sadece bir eğlence, bir zevk anı veya bir drama mıdır? Veya yapılan bir iş midir? Aşkın ilk dersi feragat etme, hizmet ve kendinden vazgeçmedir.

Bir köylü kızı ile ilgili küçük bir hikayede, bir tarlada müslümanın biri namaz kılarken köylü kızı onun önünden geçip gider. Dini kurallara göre de namaz kılanın önünden kimsenin geçmemesi gerekir. Belirli bir zaman sonra köylü kız aynı yoldan geri döndüğünde, adam onu durdurup der ki, “ey kız ne kadar, ne kadar kötü bir şey yaptın bugün”der. Kız şok olur ve “ne yaptım?” diye sorar. O da “namaz kılarken önümden geçtin. Bu çok büyük bir günahtır. Ben o sırada namaz kılıyordum ve namaz kılarken Allah’ı düşünüyordum.”der. Kız da, “Allah’ı mı düşünüyordun? Ben ise o anda sevdiğim genç adamı düşünürken, seni bu yüzden göremedim, fark edemedim. Ben bu düşüncemde yok olmuştum. Ama sen Allah’ı düşünürken, onunla meşgulken beni nasıl görebildin ki?” der. Gözleri kapayıp dua etmek, namaz kılmak ayrı bir şey, Allah’a karşı aşk duymak başka bir şeydir. Bu ruhani yolda ikinci basamaktır. Kim ki Tanrı düşüncesinde kendi kendini kaybetmeye, unutmaya başlarsa, aynı şekilde aşık olan da kendisiyle ilgili düşünceyi sevgilisinin düşüncesinde unutur gider. Kendisinden vazgeçer.

Üçüncü basamak daha da farklıdır. Üçüncü basamakta sevilen obje kişinin kendisi olur. Artık orada benlik tamamıyla aradan çıkar. O taktirde bizim vağrolduğunu zannettiğimiz benlik artık vağrolmaktan çıkar ve o benlik hakiki benliğe dönüşür. Bu gerçekleştirme basamağına biz kendi kendini gerçekleştirme basamağı diyebiliriz.215.sayfa-VI. Cilt.

Ruhun kendini bilmesi

Ruhu tanımlamak istersek ruh hakkında şunu diyebilirim. Ruh insanın kendisidir. Peki hangi kendisi? Bizim bilmediğimiz kendisi. Hindistanda komik bir hikaye vardır. Bir seyahate çıkmış birkaç köylü hakkında : Bunlar beraber hayatlarında ilk defa bir seyahat yapmaya karar verirler. Bu yüzden de, ilk tecrübeleri olduğu için birbirleri hakkında hep endişe içindedirler . Başlarına bir şey gelmesinden korkarlar. Seyahate çıktıktan sonra, ertesi günün sabahı, sayım yapmaya karar verirler. Fakat her sayışta 19 kişi çıkar. Halbuki köyden 20 kişi yola çıkmışlardır. Her köylü bir daha sayar, yine 19 çıkar. Bir türlü kimin eksik olduğunu bulamazlar. Aslında herkes de ordadır. Uzun uğraşmalardan sonra, en sonunda her sayan kişinin kendisini unuttuğunu fark ederler. İşte ruhun durumu da böyledir. O her benliği görür, fakat bir tek kendi benliğini, kendisini göremez. Ancak ruh kendi kendini gördüğü, kendi kendinin farkına vardığı anda yeni bir yaşam başlar. Yeni bir doğum başlar. Bu yeni bir doğuştur. Kendisinin farkına varan ruh büyür ve genişler. Ruh kendinin farkına varamadığı sürece gelişmesi ve büyümesi durur. Bu yüzden ruh, kendi kendinin farkına vardığı andan itibaren bir insanın bu dünyadaki yaşamı hakikaten başlıyor diyebiliriz. Şunu da çok iyi bilmemiz gerekir. Kendinin farkına varmış ruhun manyetik alanı, tahayyül edebileceğimiz herhangi bir manyetik alandan çok daha büyüktür. O başlı başına bir kuvvet, ilim, barış ve sakinlik, zekadır. Aslında herşeydir. Bu manyetik alan, güç vücutları da, zihin ve hisleri de iyileştirir. Herşeyi o iyileştirir. Ve gene bu manyetik alan insanları düştüğü sıkıntılardan, zorluklardan, acılardan ve üzüntülerden kurtarır. Onu, o kötü durumdan yukarıya çıkarır. Yine bu manyetik güç diğerlerini içinde bulunduğu karanlık ve şaşkınlıktan kurtarır. Ve bu manyetik güç sayesinde ışıklanmış ruhlar sevgilerini saçmışlar, sempatilerini tüm varlıklara yaymışlardır. Bu manyetik güçle Hz. İsa, ‘takip edin beni, sizi insan balıkçıları yapacağım’ demiştir. Ve yine bu manyetik güçle Budha, Musa, İsa ve Muhammed gibi büyük insanlar, insanoğluna gelmişler ve insanoğlunu kendilerine çekmişlerdir. Ve bu sebeple de insanoğlu yüzyıllar geçtiği halde gene de onları unutmamıştır. Ve yine o manyetik güç sayesinde öldükten sonra da milyonlarca insana kardeşlikte, sempatide ve arkadaşlıkta birbirlerine bağlamışlardır. Ruhun manyetik alanının saçtığı bu büyük güç, onun ilahi bir manyetik güç, manyetik bir alan olduğunu gösterir. Ve bu görülebilen dünyanın arkasında bazı şeylerin olduğunun ispatıdır.

Hoca ve talebesi

Kendi kendini tanımada bir basamak vardır ki biz bunu insanın zihin, his ve duygu ve ruh dünyasını keşfetmesi olarak tanımlayabiliriz. İnsanın zihin ve his dünyasını bir dakikalık bir incelemesinde, kişi onun çeşitli kalitelerden incelemesiyle, bu dünyanın çeşitli kalitelerden oluştuğunu bulacaktır: Mantık, hafıza, düşünce, his ve duygular ve ego. Tüm bu beş şey insanın zihin ve his dünyasını oluşturur. Buna gönülde diyebiliriz ve biraz daha incelediğimizde bu dünyanın bir üst tarafı, bir de derin tarafı olduğunu görürüz. Bunun derinliğinde kalp yatar. Üst tarafı ise zihin ve hislerdir. Bu zihin ve his dünyasının her kalitesi, yukarda sayılı beş elementi temsil eder. Ve bu gene bizi şu düşünceye götürür : insanın fiziksel vücudunun da üstünde olan bu zihin ve hisler bile mekanik bir varlıktır. İnsan bu mekanizmayı ne kadar iyi tanırsa, o kadar da onu kendi faydası için kullanmayı öğrenir. Bu mekanizmanın sırrını bilmemek kişiyi kendi büyüklüğünün ve hükümdarlığının farkında olmamaya götürür. Bu bilgi insana şu düşünceyi getirir. Ne vücudum ne de zihin ve hislerim benim. Ben bu iki alete, iki makineye yaşantımda en iyi şartlara ve avantajlara sahip olabilmek için çalıştıracak bir mühendisim. İşte ondan sonra kişi şu soruyu o zaman sorar. Peki ben neyim? Belirli bir dereceye kadar hatta, yukarda bahsettiğimiz gibi zihin ve hisler bir mekanizmadır. Ve bu dış dünyadan ödünç alınan bir mekanizmadır. Aynı vücut gibi. Vücutta fiziksel dünyadan ödünç alımış bir mekanizmadır. Ve bu ikisi beraber çalışması için biraraya getirilmiş ve yaratılmışlardır. Bu yüzden insanın ne vücudu, nede zihin ve hisleri kendisidir. Kişi vücuduna, zihin ve his dünyasına, bu benim der. Çünkü o kendisini görememektedir. Ve bu şekilde kişi gördüğü herşeye bu benim kendim, kendimim diye adlandırır. İnsan kendisini herşeyle eş tutar. Ama sadece asıl varlığıyla, asıl kendisiyle değil. Böylece insanın kendisinin kullandığı mekanizma olan zihin ve his dünyası bir anlamda yaşamın hedefini gerçekleştiren ışığın üzerine bir çeşit perde olur. Şayet bu durum entelektüel kavranırsa- bunu böyle kavramak tabiki nihayi hedef değildir-ama entellektüel olarak kavradığı taktirde kişi hakikat arayışındaki seyahatine başlar. Bu durum insanın kendisini zihin ve his dünyasından ve vücudundan ayırabilmesi ve meditasyon yoluyla gerçekleştirilir. Çünkü insanın kendisi, kendi varlığı yaşam süresi içinde illüzyonla kaplanmıştır. Ve hakikati anlamaya daha hazır değildir. Onun için hazırlık yapmaz ve o hakikati reddeder. Hakikatten korkar.Aslan hikayesinde bu çok daha güzel, resimli bir şekilde açığa kavuşmaktadır : Heybetli büyük bir aslan günlerden bir gün ormanda gezerken, bir koyun sürüsüyle karşılaşır. Koyun sürüsünün içinde ufak bir aslanında olduğunu ve onlarla oynadığını görür. Ve bu küçük aslan doğuşundan beri koyunlarla beraber kalmıştır bie şekilde. Hiçbir zaman da, ne olduğunun farkına varmamıştır. Büyük aslan şaşırır. Böyle bir yavrunun onlarla beraber koştuğunu görünce. Onların yakınına yaklaşınca küçük aslan koyunlar gibi aslandan korkup kaçmaya başlar. Bu iyice şaşırtır aslanı. Sürünün içine atılan aslan bağırmaya başlar yavruya doğru : “Dur, dur” . Fakat koyunlar kaçtığı gibi küçük aslanda kaçmaya devam eder. Bu sefer aslan koyunlarla hiç ilgilenmeden, sadece onun peşine koşar. Küçük aslanı yakalayıp “ ben sadece seninle konuşmak istiyorum” der. Yavru ise, “ama ben çok korkuyorum ve titriyorum. Senin yanında ayakta kalacak halim kalmadı”der. “Peki bu koyunlar gibi niye benden kaçıyorsun, korkuyorsun?” Sen aslında bir aslan yavrususun. Benden kaçmana, korkmana sebep yok”der. Küçük aslan “hayır ben bir koyunum. Bırak beni öteki koyunlarla beraber gideyim”diye yalvarır. “ Öyleyse beni takip et. Sana kendinin ne olduğunu göstereceğim”der. Küçük aslanı yanına alır. Korku ve endişe içinde hiçbirşey yapmadan yavru aslan büyük aslanı bir su birikintisine kadar takip eder. Sakin bir şekilde dümdüz duran su birikintisini gösteren büyük aslan der ki, “bak bakalım, sudaki görüntüme. Bir de kendine bak. Biz birbirimize benziyor muyuz, benzemiyor muyuz? Sen koyun değilsin. Sen aynı benim gibi bir aslansın.” Bu hikayede aslan Tanrının bilincine varmış olan insan ruhunu sembolize eder. Böyle kişiler aynı ilahi ruhu başkalarında da görürler. Onların birinci düşüncesi onları ellerinde tutup, kendi içlerinde olan bu ilahi kıvılcımın onlarda da olduğunu onlara göstermektedir. O yüzden de bu hikayedeki anlatım belki aristokrat bir anlatıma benzemektedir. Yani büyük aslan kendi heybetini büyüklüğünü başkasına gösteriyor, aristokratik bir şekilde gibi bir his uyandırabilir bu hikaye ama içte aslında bu bir demokratik olaydır. Aslanın yavruyu kumanda etmesi bu içte aristokratik olabilir. Ama peki büyük aslanın asıl hedefi nedir? İşte burada demokrasi olduğu açığa çıkar. O yavru aslında kendi içindeki büyüklüğü, o heybetin aynısının yavru aslanda da olduğunu ona göstermek isteğindedir. İşte biz buna ruhani yol deriz. Dışta belki başka türlü görülebilir ama onun iç hedefi, kültüre etmek istediği, geliştirmek istediği demokrasidir. Bu hikayede anlatılmak istenen diğer konu da intisap etme konusudur. Burada hocanın talebesine öğretmek isteği anlatılmak istenmektedir. Buradaki öğretilmek istenen meditasyon yoludur. Eğer bir kere insanın hakiki imajı, hakiki varlığı, insanın kalbindeki su gölüne yansıtıldı mı, insan o zaman kendisiyle ilgili hakiki ilme varır. Kendi kendini öğrenir. Kendi kendini bilir. Peki hoca hakikatı öğretebilir mi? Hayır hiçbir hocanın hakikati öğretmeye kuvveti yetmez. Kişinin hakikati kendi kendine keşfetmesi gerekir. Hoca yan taraftan sadece şunu söyleyebilir : Bu doğru yoldur, buraya git. Kendi kendini yok etme, yanlışa gitme. Hocanın yapacağı iş, talebesini doğru yola sokmaktır. Ve ileriye gittikçe, attığı her adımda talebe bu yolda daha fazla bilgi elde edecektir. Bu bir kişiye yardım eli uzatmaya benzer. Ama burada atılması gereken ilk adım en zor adımdır. Ve bu adımda da dünyadaki hocanın yardım eli, yardımı çok önemlidir.

Hoca ve talebelik ve ego talimi

Doğuda mistik veya batıni bir konuyla ilgili birşeyler öğrenmek isteyen veyahutta bu yolu anlamak ve girmek isteyen bir kişinin aklına gelen ilk fikir talebeliktir. Vedanta terminolojisinde guru ve çeyla, sufi terminolojisinde mürşit ve mürid ismiyle geçer bu konu. Eğer birinden bir kelime bile öğrenmişsen, o kimseye büyük saygı ve hürmet göstermek gerekir. Bu doğuda bir atasözü veya çok kabul görmüş bir prensiptir. Bu sebeple mistik yolda giden çeyla veya mürid yaşamın diğer konularındaki bir talebeden çok daha fazla olarak ustasına teşekkür borçludur. Saygı ve hürmet gösterir. Peki bunun sebebi nedir? Çünkü yaşamda ruhani niyetten ve ilim ışığından daha değerli bir şey yoktur. Muhakkak ki bu ışığı ve bilimi elde etmeye yardım eden kişi öbür dünyaya, nihayi hedefe müridin istediği nihayi hedefe götüren bir köprü vazifesi görür. İşte talebe bu köprünün karşısında eğilir, saygı ve hürmet gösterir. Bu yüzden de Hafız ve Sadi şiirlerinde hocayı mihrab olarak, Tanrıya giden yolun mihrabı olarak görürler. Doğuda insanlar konuşma dilinde, hareketlerinde, kullandıkları kelimeler bu konuyla ilgili çok abartılı konuşurlar. Doğu insanının doğasında bu abartı vardır. Ama yine de bu kadar büyük saygı ve hürmet göstermenin belirli nedenleri vardır. Birinci neden, yüksek ruhaniyete erişme yolunda insanın egosunu kırması gerekir. Ve ego saygıdan dolayı başkasının önünde başı eğmekle kırılır. Ego aslında şöyle der : ben varım, ben burdayım. Belki sen bir şey olduğunu zannediyorsun ama ben de birşeyim. Ama ego olduğu süre içinde asıl ilim için yer yoktur, yer kalmaz. Çünkü ego şu şekilde : Evet senin düşüncelerin doğrudur, ama benim de kendime göre düşüncelerim vardır diyerek, kapılarını kapar. Eğer talebe hocasına bu iç tutumla yaklaşırsa öğrenebileceği hiçbirşey yoktur. Ego kırılana kadar basit inanç, mükemmel alçak gönüllülük ve masumiyet kişiye gelmez. Biz bu kaliteleri ustalarda, ermiş insanlarda ancak görebiliriz. Egoyu kırmanın başka yolları da vardır. Bugün Hindistan’da yogiler hala şu örf ve adeti uygulamaktadır : Bir talebe hocası tarafından kabul edildikten sonra, onun eline bir dilenci çanağı verirler. Evden eve dolaşmasını, yemek toplamasını söylerler. Diğer talebeler ise beklerler. Bu yeni talebe onlar için yemek toplar ve onlara yemek getirir. Ve hatta burada amaç talebe kendisi için değil, diğerleri için dilenmek zorundadır. Hakikati öğrenmek için meditasyon yapan diğer kişiler için yemek dilenen bu talebe, daha ilk başta kalpte derviş kalitesini elde etmeye başlamıştır. Elde dilenci çanağı olmasına rağmen o kişi belkide bir kraldan daha da büyüktür. Çünkü o kişi açgözlülükten ve hırsatan kurtulmuştur. Egosunu kırmıştır. İnsanlar onu elinde dilenci çanağıyla gördüklerinde, kendi hakkında ne söyleyeceklerine ehhemmiyet vermez.

Günlerden bir gün bir Belücistan krallarından biri bir mürşide gider. Onun talebesi olmak, ondan öğrenmek ister. Mürşide, “beni talebeniz olarak kabul eder misiniz? Sizin alçakgönüllü hizmetkarlarınızdan olmak ve artık tahtımda daha fazla kalmak istemiyorum”der. Mürşid denemek şartıyla kabul eder. Yalnız ilk görevin bu evin çöplerini toplamak ve onları kasabanın belirli yerindeki çöplerin toplandığı yere atmak olacaktır” der. Herkes bu yeni talebenin kral olduğunu ve isteyerek tahtından vazgeçtiğini bilmektedir. Kral sürülmemiş ve krallığından atılmamıştır. Kendi isteğiyle onu terketmiştir. Bu yüzden de diğer talebeler kral için büyük sevgi beslerler ve onu bu çöp toplama işinde gördüklerinde üzüntü duyarlar. Günlerden bir gün talebelerin hepsi hocalarına gidip, bu verdiği çöp toplama işinden onu azletmesini isterler. “Uzun zamandır bu işi yapıyor, lütfen artık bu işi bıraksın” diye hocalarına rica ederler. Mürşid ise daha henüz intisap etmek, talebeliğe başlamak için hazır değil der. Talebenin birinin çok ısrar etmesi üzerine onu denemeye karar verir : Ertesi gün çöpleri topladığı sepeti kral taşırken gene talebelerden biri yanına gelir ve sepetin içindekileri yere döker. Kral ona doğru bakar ve der ki, “ eğer hala kral olsaydım, sana bir kralın yapması gerektiği gibi davranırdım. Ama şimdi artık öyle biri değilim, o yüzden dua et ki sana öyle davranmayacağım”der. Çöpleri tekrar toplayarak, yoluna devam eder. Mürşide bu anlatıldığında “size demedim mi, o daha hazır değil diye.” Aradan gene belirli bir zaman geçer, talebeler tekrar hocalarına gider ve bu imtihanın ibitmesini isterler. Hocaları tekrar denemelerini ister. Yine aynı tecrübeyi yaparlar. Fakat bu sefer kral bir şey söylemez. Sadece çöpü dökene dönüp bir an bakar. Ondan sonra tekrar çöpleri toplar ve yoluna devam eder. Hocaya bu anlatıldığında, mürşid “daha henüz hazır değil” der. Üçüncü denemede ise kral sessiz kalır, çöpü dökene dönüp bakmaz bile. Çöpleri sakin bir şekilde tekrar toplar ve yoluna devam eder. Hocaları bunu öğrendiğinde, artık onun hazır olduğuna karar verir ve eski kralın artık talebelik yoluna girebileceğini, intisap edebileceğini söyler. Bazen egoyu kırma metotları bize gaddarca gelebilir. Ama bu metot tüm dinlerin özünde yüzyıllar boyu denenmiştir.

Hz. İsa “ruhta fakir olanlar mübarek kişilerdir. Alçak gönüllü, uysal olanlar, merhametli ve şefkatli olan kişiler mübarektirler”demiştir. Size anlatmak istediğim yukarıdaki olayla, ruhta ki fakirliği kastediyorum. Ruhta zengin olan, yüksek ruhlu bir kişi ona sert bakan herhangi birine : “sen bana bu şekilde nasıl bakabilirsin ki? Benim bulunduğum yerde bırak sert bakmayı, bakmaya bile izinli değilsin. Sen nasıl böyle davranırsın.?”diyecektir. Böyle düşünen bir kişi ruhta zengindir. Bunun tersini yapan kişi ise ruhta fakirdir. Ruhta fakirlikle ne kastediyorum ? Bu şekilde çeşitli hocalar egoyu kırma yolunda farklı metotlar kullanmışlardır. Ama hocaların, mürşidlerin hiçbiri kendi faydaları için bu metotları kullanmamışlardır. Onların amacı talebelerine alçak gönüllülüğü ve yumuşak huyluluğu göstermek olmuştur. Bütün mürşidler hoca olmadan önce de yoldan geçmişler, aynı tecrübeyi yapmışlardır. Talebelerin de hocalara olan bu tip davranışları, hocaları yüceltmek, onları büyütmek için değildir. Bu tip hocalara gösterilen büyük saygı ve hürmet aslında, mürşidler, hocalar için bir hiçtir. Onlar talebelerinin ithatine ve hürmetine ihtiyacı olmaksızın büyüktürler. Eğer bin kişi onlara hürmet gösterse veya göstermese başkalarının bu davranışı onları büyütmez. Kişiler onların önünde eğilse, saygı gösterse bu onları tatmin etmez. Peki hocalar neden talebelerinden , belirli davranışları, saygı ve hürmeti beklerler? Bu sadece talebenin faydası içindir. Her bireyi rahatsız eden egosunun delici ve ısırıcı keskinliğini köreltmek için bu metot kullanılır. Böylece o ego artık başkalarına daha zarar vermez, canını acıtmaz. Ve bu ruhani yolda büyük bir iş ve başarıdır. Bizim günlük yaşantımızda egonun keskinliği devamlı olarak görünür ve her zaman acı verir. İnsanın akrabalarına, arkadaşlarına, tanıdıklarına veya diğerlerine, oğluna, kızına, babasına, annesine, kardeşine, erkek kardeşine, kızkardeşine kim olursa olsun o devamlı acı verir. Acı veren devamlı bu egodur. Eğer bir kişi diğerine acı veriyorsa, acı veren o kişinin egosudur. Eğer biz bu dünyada acı çekiyorsak, bunun da tek sebebi gene egodur. Bazen bu başkasının egosudur, bazen de kendi egomuzdur. İnsan bunu devamlı batan bir dikenle mukayese edebilir. Diken nasıl dokunursa dokunsun ona devamlı acı verir. Bir kimse ne kadar egoistikse, o kadar da daha fazla acı verir. Bu yüzden de mistik hocalar egoyu uysallaştırmanın, yumuşatmanın yollarını bilirler. Ve çeşitli metotları bu konuda uygularlar.

Bir zamanlar babası çok meşhur bir mürşid olan genç bir adam vardı. Bu genç adamın babasının yüzlerce, Hindistanın her tarafından gelen talebeleri bulunmaktaydı. O sadece büyük bir mürşid değil, aynı zamanda da diğer mürşidlerin de mürşidi, onların da öğreticisiydi. Hemen hemen yakındaki her köy ve şehirde bulunan bir hoca, bu mürşidin talebesiydi. Tabii olarak da böyle bir insanın oğluda diğer insanlardan saygı ve hürmet görmekteydi. Günlerden bir gün bu genç çocuk rüya görür ve rüyasında tüm ermişler ziyaret etmektedirler. Ruhani hocaların, ustaların ve ermişlerin bir araya geldiği bir toplantıda kendisini görür. Genç babasına oraya giderken vefakat eder. Ama babasının izinli olduğu toplantıya kendisini sokmazlar, ona izin vermezler. Genç çocuk çok üzülür. Uyandığında hemen babasına koşar ve onu mutsuz eden bu rüyayı anlatır. “Senin davetli olduğun ve gittiğin bu yolda beni içeri almadılar”diyerek üzüntüsünü belirtir. Babasıda “bu senin için gerçek bir mesaj”der. Ruhani yola girmek için benim oğlum olman yeterli değil. Artık senin talebe olma zamanın geldi. Senin talebeliğin ne olduğunu öğrenmen gerekiyor.”der ve oğlunu bir mürşidin eğitimint göndermek ister. Çocuk “ben büyük bir mürşidin oğluyum ve çocukluğumdan beri çok şey öğrendim. Tanıdığım hocalar ne kadar büyük olursa olsun, babamla karşılaştığında ona çok büyük saygı ve hürmet göstermekte. O halde bu hocalarda benden daha büyük bir şey olması mümkün değil.”diye düşünür. Ve böyle düşünerek talebe olarak öğrenmek için babasının yanında kalması gerektiğini kabul eder ve “babacığım senden daha iyi biri var mı ki, ben gideyim ve onun talebesi olayım?” der. Babasının cevabı “hayır ben bu konuda yardım edemem. Bu amaç için daha uygun birine gitmen gerekli”olur. Genç adam “kim?”diye sorduğunda, babası “benim bir köyde yaşayan köylü bir talebem vardı, şimdi o birçok köylüye ve çiftçiye ders vermekte. Ona gideceksin ve intisap edeceksin”der. Çocuk bu cevaba şaşırır. Çünkü bu hoca, tahsil görmemiş, okuma yazması olmayan, yüksek bir aileden gelmeyen ve hiçbir şekilde meşhur olmayan biridir. Hoca sadece bir köyde basit ve alçakgönüllü bir şekilde yaşayan bir insandır. Buna rağmen babası kendisini ona göndermektedir. Şaşkın bir şekilde yola çıkar. Pek istekli değildir. En sonunda bu köylünün yaşadığı köye gelir. O sırada bu hoca atının üstünde çiftliğinden başka bir yere gitmektedir. Ve genç adamın ona doğru geldiğini görür. Genç adam ona doğru yaklaştığında ve kendisini selamlamak için hürmetle eğildiğinde, hoca atın üzerinden ona bakarak der ki, “bu selamın yetmez.” Bunun üzerine genç adam dizlerine kadar eğilir, selamlar. Köylü hoca “hala yeterli değil” cevabını verir.Genç ayaklarına kadar eğilerek selam verdiğinde hoca yine yeterli değil der. Bu kez atın dizine kadar eğilir, ama hala yeterli olmaz. Bunun üzerine genç adam daha da aşağa eğilir. Atın ayaklarına, nallarına yüzünü değdirerek selam verir. Bunun üzerine köylü hoca “tamam şimdi oldu. Babana geri dönebilirsin. Gerekli olan eğitimini aldın”der. İşte hepsi bu kadar. Ne bir alıştırma, ne bir kutsal kelime, ne bir tahsil veya ne de bir kurs görür hocanın yanında. Onun öğrendiği tek bir ders vardır. Ve bu ders içinde babası onu bu hocaya yollamıştır. Çünkü o dersi babasından alması mümkün değildir. Ve ondan sonrada genç çocuk mistik kişilerin halkasına katılmaya izinli olur. Bu hikaye tercümesini 12.cilt 94 ve 98.sayfalardan yaptım. Konu talebelik konusuydu.

İntisap etme

İntisap etme yolu hoca ve talebe konusuyla ilgili olarak hikaye tercümeleri. Bu 10.ciltten “intisap etme yolu” cildinden. Sayfa 61’le başlıyorum.

El alma, intisap etme, inisiyosyon yolu hakkında çok şey yazıldı ve söylendi. Batıni okullar bu konuda çok farklı anlayışlara sahiptir. Çok değişik yollar vardır bu konuyla ilgili olarak. Bu da el alma, intisap etmenin anlamının hakkında farklı fikirlerin bulunduğunu gösterir. Gerçekte intisap etmenin anlamı ileriye doğru bir adım atmaktır. Ümitle ve cesaretle atılan bir adımdır. Çünkü ümit ve cesaret olmadığı taktirde ileriye doğru bir adım atmak dünyanın en zor işidir. İntisap etmenin ne demek olduğunu bana sorarsanız, basit kelimelerle size şöyle açıklayabilirim : Bu tıpkı yüzme bilmeyen bir kişinin yaptığı tecrübe gibidir. Nehirde bir adım atan, ilk defa denize giren bir kişiye benzer intisap edenin durumu. Yüzebileceğini veyahutta dalgaların onu alıp götüreceğini, batacağını tam anlamıyla bilmeden, kendini kişinin suya atmasına gibidir. Dünyada her kişi belirli formda veya şekilde bir şeye intisap eder. Bir işverenin yeni bir işe başlaması anında sadece bir tek düşüncesi vardır. “Kaybedeceğim mi, kazanacağım mı bilmiyorum? Ama ileriye doğru bir adım atacağım. Ben bu işi yapacağım, daha sonra ne olacağını tam olarak bilmediğim halde”. İşte bu dünyevi bir intisaptır, el almadır, insiyosyondur. Veya ata binmeyi ilk defa öğrenmeye çalışan bir kişinin yaptığı çabaya da bunu benzetebiliriz. Bu kişi ilk anda atın üstünde durabileceğini, ata binebileceğini ya da aşağı düşüp düşmeyeceğini bilmez. Atın onu kabul edip etmeyeceğini bilmeden, atın üzerine binmeye çalışır. İşte bu da bir el almadır, intisaptır.

Mistik insanlara göre intisap etme on iki çeşittir. Bu da kendi arasında dörde bölünür. Aynı oktavlardaki semi notalar gibi veya kulaktaki 12 kemik gibi. İntisabın üç bölümünün birincisi, birinci üç adım rehberin yardımıyla atılır. Sufi terminolojisinde rehbere mürşid ya da hoca denir. Vedantik terminolojisinde ise o guru olarak adlandırılır. Mürşid veya guru dünyada yürüyen ve yaşayan herkes gibi zorlukların altında bulunan, aktif yaşamın ortasında her türlü zorluk, güçlük ve imtihanlara tabi olan bir kişidir. Böyle bir arkadaşın yardımı birinci ve en önemli adımdır. Bu intisap yolundaki üç basamağın birincisidir. Doğuda çok az insan öğretmenin rehberliği olmaksızın ruhani yola girer. Çünkü artık herkesin kabul ettiği bir gerçek vardır ki, dünyada yaşayan bir kimsenin yardımı olmaksızın bu üç adımın atılması çok zordur. Burada en önemli soru hakiki hocayı, guruyu nasıl bulabileceğiniz sorusudur. Çok sık insanlar bu konuda şüpheye düşerler. Karşılaştıkları hocanın hakiki veya sahte olup olmadığını bilmezler. Bu kadar sahte şeylerle olan bu dünyada hakikatende bir kişi çok sık sahte hocalarla karşılaşır. Ama aynı zamanda gerçekten arayan ve kendisiyle samimi olan bir kişi daima hakikatle karşılaşır. Çünkü onun inancının gerçekliği, arayışındaki samimiyet bir meşaleye dönüşücektir. Hakiki hoca insanın içindedir ve hakikati seven kişinin en iç ve samimi tarafıdır. İnsan hakikati gerçekten arıyorsa er veya geç hakiki bir hocayı da bulur. Ama farzedelimki, o kişi sahte bir hocayla karşılaşsın. Peki o taktirde ne olur? O taktirde hakiki olan tek varlık, sahte hocayı hakiki hocaya döndürecektir. Çünkü gerçek, hakikat, sahtekarlıktan daha büyüktür.

Basit bir dervişle ilgili anlatılan hikaye şöyledir : Derviş bir hocaya intisap eder ve o dervişin hocası ölür. Belirli bir zaman sonra bu derviş bir medyumla karşılaşır. Medyum ona ruhani yolda renberi olup olmadığını sorar. Dervişte ona “evet benim bir ustam vardı, ama vefaat etti. Şayet yaşasaydı, onun rehberliği altında olmak bana büyük bir zevk verirdi. Şu anda tek istediğim onun beni kutsaması ve bana dua etmesi.” Der. Medyum “ama hislerime ve benim medyum güçlerime göre senin vefaat eden hocan aslında hakiki bir hoca değildi.”diye cevaplar. Bunun üzerine derviş sinirleneceğine, gayet nazik bir şekilde, “benim hocam belki sahte olabilir, ama benim inancım sahte değildir. Bu da bana yeter” dıye cevaplar. Nasıl toprağın derinliklerinde su yatıyorsa, herşeyin en derininde de hakikat yatar. Sahte veya gerçek olan herşeyin derinliklerinde de hakikat yatar. Bazı yerlerde ise insanın daha fazla derine doğru kazması lazımdır. Diğer bir yerde ise çok daha az kazması yeterli olur. Aradaki tek fark budur. Ama suyun olmayacağı hiçbir yer yoktur. Belki insanın çok, pek çok kazması gerekir. Ama dünyanın en derinlerinde su mutlaka vardır. Aynı şekilde tüm bu sahtekarlıkların en derininde de hakikat yatar. Sahtekarlık yüzeyde olur. Eğer biz gerçekten hakikati arasak öyle veya böyle şekilde onu buluruz. Kendinin yanlış yollara çekilmesinden korkan kişi aslında bu düşüncesine belirli bir temayül göstermektedir . Bu da bir çeşit zayıflıktır. Bunun nedeni de onun düşüncelerinin en derininde yatan şu fikirdir. ‘Hiç doğru rehberlik ve rehber yoktur.’ Eğer o kendinin en derininde hakiki rehberliğin bulunacağının farkında olsa, daima doğru olarak ve doğru yola yönlendirilecektir. Ve onun kuvveti o derece büyüyecektir ki, rehberi onun yanlış bile olsa talebenin kuvveti daima onu doğru yola götürmeye yetecektir. Çünkü gerçek hoca insanın kalbindedir. Dıştaki hoca ise sadece bir işarettir.

Fars’lı bir şair şöyle der, “eğer bir ruh kaybolmuşsa, dünyanın kurtarıcısı bir peygamberin veya ermiş bir zatın huzurunda bile o kişi aynı şekilde kaybolmuştur. Çünkü onun bulutları onu çevrelemiştir.” Burada önemli olan rehber veya hoca sorunu değildir. Buradaki mevzu kişinin kendi düşünce ve hislerinin zihninin etrafında çevrelenmiş olan bulutlar ve engellerdir. Bu onu engeller ve körleştirir. O taktirde artık hoca ne yapabilir ki? Peygamberimiz Hz. Muhammed hakkında ilginç bir hikaye vardır. Yaşadığı zamanda kapı komşusu olan bir kişi peygambere devamlı karşı gelmekte, zıt gitmekte ve onun hakkında kötü konuşmaktaydı. Aynı kişi kimsenin kendine inanmadığını da görmekte ve konuştuğu insanların ise Peygambere tamamiyle inanıp teslim olduğunun farkındadır. Aradan yıllar geçer. Peygamberin dünyaya getirdiği mesajla ilgili olarak inanların sayısı hergün daha da artar. Ve çok uzaklardan farklı farklı ülkelerden binlerce kişi peygamberi ziyaret etmeye gelirler. Aynı kişi yine peygamberin komşusu olarak yaşamaya devam ettiği halde, bu eski fikrini bir türlü değiştirmez. Günlerden bir gün Peygamberin bir arkadaşı ona : “Neden bu adam hala aynı fikrinde devam ediyor ve size karşı geliyor. Sizi hiç kimsenin dinlemediği ve takip etmediği zamanları da biliyordu ve şimdide binlerce kişinin size geldiğini ve bundan faydalandığını ve bunların neşe ve bereketle ve kutsamayla dolduklarını gördüğü halde hala size karşı gelmeye devam ediyor.”diye sorar. Peygamberin cevabı, “onun kalbi karanlık ve belirsizliklerin bir kaynağı haline geldi. O kendi kendine kendisini çevreleyen bulutları yarattı ve kendi kendini perdeledi. Artık göremez” olur. Ve peygamber komşusu için üzüntü duyar. Işığın idrakı ve algılanması insanın kalbini çevreleyen perdenin inceliğini gösterir. Perde ne kadar ince olursa, içerden gelen ışığın kuvveti de o kadar büyür. Diğer adım, intisap etme yolunda ikinci adım, hocanın yaptığı imtihanla birlikte yola devam etmektedir. Bu intisap basamağı çok ilginçtir. Bazen hoca talebesini öyle imtihanlara tabi tutar ki, o onun nerde olduğunu da bilmez. Veyahutta birşeyin doğru ve yanlış olduğunu talebe bilemez. Hindistanda büyük sufi hocasının binlerce talebesi vardı ve hepsi bu focaya çok bağlıyken günlerden bir gün hoca “ben fikrimi değiştirdim” der. Bu fikrimi değiştirdim kelimesi talebeleri çok şaşırtır. Konu nedir? Nasıl oldu da hocam fikrinizi değiştirdiniz?diye sorarlar. Hocanın cevabı “öyle bir duyguya kapılıyorum ki, şu anda derhal Kali, Tanrıça Kalinin tapınağına gidip ona ibadet etmem gerekiyor.”der. Bunu duyan talebeler ki, onların bir kısmı doktor, profesör, çok iyi eğitim görmüş insanlardır, böyle bir şeyi anlayamazlar. Ona çok inandıkları büyük hocalarının, tanrıça Kalinin tapınağına gidip orada secde edeceğini, ona tapacağını akıllarına sığdıramazlar. Tanrı’yı gerçekleştirmiş büyük bir zat, nasıl böyle bir şey yapabilir. Büyük bir şaşkınlık yaratır ve binlerce talebe onu terketmeye başlar. ‘Bu nasıl bir iş? Bu şekilsiz ve şemalsiz Tanrı dinine karşı bir fikirdr. Büyük sufinin kendi anlattıklarının da tam tersi bir olaydır’ diye düşünürler ve ‘Nasıl tanrıça Kaliye ibadet edebilir?’ diyerek onu terk ederler. Sadece geriye hocasına bağlı genç bir talebe kalır. Ve o tanrıça Kalinin tapınağına giden yolda hocasını takip etmeye başlar. Öğretmense binlerce talebesinden kurtulduğundan çok memnundur. Bu bilgi dolu, kendi öğrendiği şeylerle kafaları dolu olan ve hocalarını anlayamayan talebelerinden artık kurtulmuştur. O yüzden de onların gitmesi hoca için daha iyidir. Tapınağa doğru ilerlerken üç kere hocası talebesine : “niye sende gitmıyor ve beni terk etmiyorsun. Bak binlerce kişi bana o kadar inanıyorlardı, sayıp hürmet gösteriyorlardı. Ben bir tek kelime söyledim ve hepsi beni terk etti. Peki sen onlarla niye gitmiyorsun? Çoğunluk daima haklıdır.”der. Talebe ise hocasını terk etmez ve onu takip etmeye devam eder. İnsanın gerçek tabiatı hakkında, insanlığın ne kadar çabuk etkilenip bir kişiye bağlandıkları ve ne kadar da hızlı bir şekilde ondan uzaklaştıkları konusuyla ilgili olarak büyük bir ilham gelir yolda hocaya. Onun için bu insan tabiatının nasıl çalıştığını görebilmek çok ilginç bir fenomel durum olur ve kalbi büyük bir duyguyla coşar. Tanrıça Kalinin tapınağına vardıklarında daha da büyük bir şekilde coşku hali hocaya gelirve o ayakları o hali çekemez, diz çöker, secde eder. Genç adam da aynı hocanın yaptıklarını tekrarlar. Hoca tekrar kendine geldiğinde genç çocuğa “niye beni terk etmiyorsun? Binlerce insanın uzaklaştığını gördüğün halde hala neden beni takip ediyordun?” diye sorar. Genç adamın cevabı şu olur : “Şu ana kadar sizin yaptıklarınız içinde benim inancıma ters gelen bir şey yok. Çünkü sizin bana öğrettiğiniz birinci ders, Allah’tan başka hiçbirşey yoktur, mevcut değildir. Eğer bu doğruysa Kalinin imajı Kali değildir. O da Allahtır. O yüzden ben doğuya veya batıya, yeryüzüne veya gökyüzüne doğru yönelsem ve secde etsem ne çıkar ki? Eğer Allah’tan başka hiçbir şey yoksa, ondan başka hiçbir şey mevcut değilse, o zaman kime secde edersem edeyim, hatta Kaliye de secde etsem, yine de secdem Allah’a dır. Sizin bana öğrettiğiniz ilk ders buydu.” Tüm profesörlere tahsil görmüş talebelere de aslında aynı dersi hoca öğretmişti. Onlar gerçekten büyük tahsilli, çok akıllı insanlardılar. Ama tüm öğretimlerin merkezi olan bu tek düşünceyi bir türlü o ana kadar algılayamamışlardı. Ve bu genç kişi daha sonra Hindistanın en büyük hocalarından olur. Havaja Muhitini Çeşti. Her yıl çesitli dinlerden gelen binlerce insan Ajmirdeki mezarını ziyaret ederler. Hindusu, Müslümanı, Yahudisi, Hristiyanı. Sufi için tüm dinler birdir tektir. İnsanlar intisap etme imisyasyon ismi hakkında birçok gizemli hikayeler bulmaktalar, yapmaktalar, uydurmaktalar. Halbuki intisap etmenin en basit açıklaması şudur : Talebe tarafından inanç, hocanın açısından da itimat ve güvendir. Benim hocam, intisap ettiğim kişi hiçbir zaman unutamayacağım bir şey söyledi bana : İntisap etme vasıtasıyla iki kişi arasında oluşturulan bu arkadaşlık, bu ilişki öyle birşeydir ki, hiçbir zaman kırılmaz, bozulmaz. Hiçbir şey onu ayıramaz. Ve bu dünyada da hiçbir şeyle o mukayese edilemez. İntisap etme sonsuzluğa ait bişeydir. Bir kere bu intisap oluştu mu, hoca için talebenin iyi ve güzel bir hale gelebilmesi sorumluluğu başlar. Ve yine talebe de her türlü döneme, imtihanlara rağmen sarsılmaz, sabit, inançlı, samimi ve hakiki olma sorumluluğunda olur. Öyle kişiler vardır ki, birinden diğerine intisap etmekte yarışırlar, daha sonra bir başkasına da giderler. Onlar belki yüz kişiye de gidip intisap etseler, her seferinde daha fazla fayda sağlayacakları yerde, yüz kere daha az fayda bulurlar. Çünkü arkadaşlık birden çok arkadaş edinmekle gelmez. Arkadaşlık, onu değişmez, sabit ve bütün olarak tutmaya bağlıdır. Arkadaşlığın her çeşidi bir yana, intisap etmeyle oluşan arkadaşlık bambaşkadır, o en kutsal arkadaşlıktır. O öyle bir arkadaşlıktır ki dünyadaki diğer ilişkilerin hepsinden daha önemlidir ve hepsinin ötesindedir.

Hindistanda genç bir çiftçiyle ilgili güzel bir hikaye vardır. Genç bir çiftçi ruhani konulara büyük bir ilgi duymaya başlar. Günlerden bir gün onun yaşadığı köye büyük bir zat gelir. Bu zat hakkında, onunla kim karşılaşırsa direkt cennete girdiği rivayet edilmektedir ve o çok meşhur bir kişidir. Bütün köydekiler cennete girebilmek için onu görmeye giderler. Yalnız daha evvel bir hocaya intisap etmiş olan bu genç çocuk gitmez. Büyük zata bu durumun haberi gelir. Genç çocuğun kendisini görmek istemediğini duyar. ‘Öyleyse ben gideyim ve onunla bir konuşayım’ der. Ve gencin yanına gidip sorar : senin ruhani konulara ilgi duyduğunu duydum. Ama buna rağmen herkes geldi ve beni gördü. Sen niye bana gelmedin? Çocuğun cevabı ise, ‘ kesinlikle art ve kötü niyet tarafım yok bu konuda. Bubun sadece tek bir basit sebebi var. Benim intisap ettiğim hocam vefaat etti. Ve bildiğim kadar da kendisi sınırlılıkları, belirli hataları olan bir insandı. Onun cennete veya başka bir yere gidip, gitmediğini bilemiyorum. Eğer ben sizi görmek ve sizden alacağım kutsamayla cennete gidersem, belkide benim hocam orada değildir. O taktirde çok mutsuz olurum. Onunla buluşmama korkusu beni size gelmemi engelledi’olur.

İşte bu birlik duygusu, bu intisap edenle intisap edilen arasındaki ilişki, insana bu yolda yürümeyle ilgili gerekli kuvveti, gücü ve bilimi verir. Çünkü intisap edenin sevgisi intisap edilendeki eksikliklerin hepsinin yerini doldurur. Ve intisap edilenin güveni de intisap edendeki eksikliklerin yerini doldurur. 85.sayfa intisap ve talebelik yolu cilt 10 bitti.

Mistik

Mistik kişi tüm dinlere saygı gösterir ve farklı birbirine ters olan fikirleri hepsi gayet iyi anlar. Çünkü o herkesin konuştuğu dili anlamaktadır. Mistik insan akıllı kişiyle de aptalla da hiç tartışmaya girmeden anlaşabilir. Çünkü o gerçek unsurların tabiatının sadece gerçek unsurlarının tabiatını gördüğünden onların sadece kendi yerlerinde ve makamlarında hakikat olduğunu bilir. Ve onların tabiatının her yönünü anlar. Mistik kişi her bakış açısını gören kişidir. Her kişinin bakış açısından olaylara bakabilir. Ve bu sebeple de ahenk içindedir. Eğer bir kişi mistik bir insana gelir ve “Benim kişileştirilmiş bir Tanrıya inanmam mümkün değil. Öyle bir tanrı imajı benim için hiçbirşey anlamına gelir”, derse mistiğin cevabı, haklısın olur. Başka bir kişi de gelip de benim tanrıyı anlayabilmemin tek yolu onu insan şeklinde formlandırmam, şekillendirmem derse mistik kişinin cevabı yine haklısın olur. Ve başka biri de bu insanların bu adamdan bir tanrı yapması ne kadar aptalca bir şey. Halbuki Allah tüm mukayeselerin üstünde derse mistik kişi onunlada hemfikirdir. Onu da tastikler. Çünkü mistik tüm bu birbirine karşı olan argumantasyonların arkasında yatan sebebi görebilmektedir. İranda günlerden bir gün Hristiyanlık misyonunu yaymak isteyen bir kişi bir sufiye gider. Onunla tartışmak arzusundadır ve kendi fikrinin doğru olduğunu sufiye öğretmek isteğini taşır. Sufi oturur vaziyette, sakin bir şekilde, rahatça, yanında da birkaç talebesiyle birlikte bulunarak Hristiyan misyoneri kabul eder. Misyoner tartışma yolları aramaya çalışır ve her çabasında bu mistik insanın, sufinin cevabı siz haklısınız olur. Daha sonra misyoner tartışmaya devam eder. Daha doğrusu kendi açısından tartışmaya devam eder, ama sufinin cevabı çok haklısınızdır. Neticede hiçbir şekilde bir imkan bulamadan kendi fikirleriyle ilgili tartışma fırsatı bulamayan bu misyoner kişi hayal kırıklığına uğrayarak oradan ayrılır. Sufi ise orada anlatılan herşeyde bir hakikati görmektedir. Hakikat aslında bir piyanoya benzer. Notalar yüksek veya alçak olabilir. Bir tanesi C diğeri E Avrupa makamını sesini verebilir. Ama çıkan seslerin hepsi birer tür notadır. Aynı şekilde farklı fikirler de böyledir. Notalar arasındaki fark gibidir. Günlük hayatımızda durum, doğru ile yanlış tavır ve tutum arasındaki fark da aynıdır. Eğer bizim tüm olaylara karşı tavrımız yanlışsa herşey yanlıştır. Eğer biz herşeye karşı doğru bir tavır takınıyorsak her şey doğrudur. Kendinden şüphelenen kişi herşeyden şüphelenir. Hatta en yakın arkadaşından bile şüphelenir. Kendine güvenen kişi ise herkese güvenir.

Doğru veya yanlış, ışık veya karanlık, şekiller veya gölgeler gibi birbirinden farklı görünen şeyler,mistik insan için birbirine aslında çok yakın şeylerdir. Sadece bir saç teli kadar ince bir cizgi doğru ve yanlışı birbirinden ayırır. Mistik kişinin önünde yaşamla ilgili bir bakış açısı açılır ve bu bakış açısı ona yaşamın amacını ortaya çıkarır,gösterir. Mistik kişi kendisine şu soruyu sorar : ‘Benim varlığım hangisidir? Ben vücudum muyum? Hayır. Bu vücut sadece benim sahip olduğum bir şeydir. Sahip olduğum şey ben olamam. Ve kendisine sormaya devam eder. Ben zihin ve his dünyam mıyım? Cevap ‘hayır’ dır. Zihin ve his dünyam sadece benim sahip olduğum birşey, bir enstürümandır. Bilenle bilinen şey arasında muhakkak bir fark olması gerekir’ der. Bu metotla sufi yavaş yavaş sahip olduğu enstürümanların aldatıcı ve yanıltıcı karakterlerini anlamaya başlar. O kendisi için bir elbise yapılan adama benzer. Yapılan elbise onun elbisesidir, kendisi değildir.

Ondan sonra mistik kişi düşünmeye başlar : Düşünen şey benim kendim değil. O sadece benim zihnim ve his dünyam. Benim vücudum acı duyar, kendim değil. Bu ‘ben zihin ve his dünyam değilim’ bilgisine ulaşmak onun için bir çeşit rahatlama ve özgürlüktür. Çünkü alışagelmiş bir insan, bir anda iyi bir düşünceye kapılırken, başka bir anda ise birdenbire kötü bir fikre kapıldığını, bir an dünyayla ilgili düşünce geldiğinde, diğer bir an da ise cennet ve öbür dünyayla ilgili düşünceye niçin kapıldığı konusunda şaşkınlığa uğramaktadır. Onun için hayat hareketli bir film gibidir. O filmde görende odur, dans eden de odur.

Bunu görerek mistik kişi zihin ve his dünyası ve vücudu altında yanılgı ve illuzyon içinde kalan hakiki varlığını özgürlüğüne kavuşturur. İnsanlar bu ruhu, kaybolmuş ruh diye adlandırırlar. Bu, yaşamı tecrübe edebilmesi için kendisine verilen vücut ve zihin ve hislerinin sadece birer enstürüman olduğu hakkındaki mistik hakikatin farkında olmayan bir ruhtur. Bu gerçeğin farkına vararak mistik insan ölümsüzlüğe giden seyahatine başlar. 36.sy cilt 10.

‘Sadece sensin, senden başka hiçbir şey yok’ 8.cilt.188.189

İnsanoğlu dünyayı devamlı iki ruh haline bölmektedir. İnsanlığın küçük bir parçasını da şeytanın hakim olduğu ve hatta şeytanın hakim olduğu bu parçayı Tanrının hakim olduğu parçadan daha da büyük olarak gösterir. Eğer biz şeytan kelimesinin anlamını daha yakından ve tam olarak öğrenmek istersek, bunun ‘hataların ruhu’ olduğunu görebiliriz. Bu, insanın dünyaya geldikten sonra topladığı, kazandığı birşeydir. Bunun ismine nefs de diyebiliriz. İnsanın nefsi, dünyaya gelen ve geldikten sonra gelişen, oluşan şeytan gibi hareket eden kısmıdır. Ve bu tarafı insanı sürekli olarak yok olmaya götürür. Gözlerini hakikat ışığına kapatır. Ama insanın yaşantısında bir devrim oluştuğu andan itibaren, insan yaşamını daha derinsel olarak görmeye başladıktan ve iyilik elde etmeye başladıktan sonra ki, sadece iyiliği alma değil verme açısından, ve yine sadece diğerlerinden gelen sempatiyle değil ama başkalarına sevgi ve sempati vermekten zevk duymaya başladıktan sonra, öyle bir an gelir ki, o orada şeytan ruhunun kendi hakiki orijinal varlığından ayrı olduğunu ve onun kendi tabii kuvvetiyle özgürlüğüyle ve vermek istedikleriyle sürekli olarak konflikt ve mücadele içinde olusunu görür. Ve daha sonra bazen arzuladıklarını yapabildiğini, ama diğer zamanlarda ise şeytanın, yani nefsani ruhun arzuladıklarını yapmaya izin vermediğini görür. Bazen kendisini bu savaşta zayıf hisseder. Bazen de çok kuvvetli. Sonuçta savaşta kendisini kuvvetli hissettiği zamanlarda şükreder ve tatmin olur, mutludur. Ama kendisini zayıf hissettiği anlarda ise pişman olur, utanır ve kendisini değiştirmeyi arzular. İşte bu anda kişinin yaşamında yeni bir dönem başlar. O andan itibaren artık o, kendisiyle ve ego olarak isimlendirilen ruh haliyle sürekli mücadele haline girer. O, doğru ve iyi şeyler yapmasını isteyen tabii arzu ve isteklerine karşı bir engeldir. Sürekli olarak bu ruh haliyle yaşamaya başlar. Çünkü bu hal onun kalbinde yaratılmıştır artık ve onun bir parçası olmaya başlamıştır. Ve o çok sağlam ve dayanıklı bir varlığa dönüşmeye başlar. Kendini hakiki hissettiğinden dolayı daha fazla hakiki olmaya başlar. Ve varlığının derinliklerindeki asıl özü bu halle kaplanır. İşte bu kendi hakiki, yani orijinal varlığı ile daha sonra oluşan varlığı arasındaki sürekli mücadele onun ruhani gelişim yapmasını da engeller. Hristiyan terminolojisinde bu haç sembolü ile anlatılınır. Bu haç sembolü ile ifade edilen hali, kişi gelişim süresince devamlı taşır. O ilk başta, kötü arzular, rahatlık arzusu, kızgınlığı ve acı duygularını tatmin etme gibi duygularla devamlı olarak savaşmak zorunda kalır. Ve bunlara karşı savaşı kazandıktan sonra, karşısına daha büyük bir zorluk gelir. Bu zorluklar onun daha hassas ve ince düşmanı olurlar. Bunlar : Başkalarının dediklerine karşı hassasiyet göstermek, başkalarının kendi hakkındaki fikirlerine çok büyük önem vermektir. Bu haleti ruhiyede kişi, herkesin kendisi hakkındaki fikirlerini bilmek veya birinin ona karşı olup olmadığını anlamak ister. Ve bir şekilde ya makamı, ya gururu devamlı başkaları tarafından incinir. Burada da tekrar aynı düşmanı görmekteyiz. Tekrar kişinin nefsi, düşmanı olarak karşısına çıkar. Ve nefs ancak çarmıha gerildikten sonra, başarı ve galibiyet gelir. Tanrı’nın huzurunda artık nefsiyet, benlik kalmaz. İşte hakiki çarmıha gerilme olayı aslında budur. Her ruhun özgürlüğü ve mükemmeliyeti bu tecrübeye bağlıdır. Burada insanın kendi kendine yarattığı benliğinin çarmıha gerilmesi lazımdır. Ama bu benlik asıl benlik değildir. Çarmıha gerilen benlik sahte benliktir. ama ilk başlarda kendisini asılmış gibi gösterir. Mükemmeliyetin sırrı yok olma halinden geçer. Ama bu asıl benliğin yok olması değil, sahte benliğin yok olmasıdır. Bu öyle bir sahte benliktir ki, kişi daima kendi kalbinde kendisiyle ilgili sahte bir düşünceyle yaşamı boyunca yaşar. Bu fikrinden dolayı da hayatı boyunca huzursuz kalır. Biz aynı durumu arkadaşlarımızda ve çevremizdeki hayat şartlarında da şüphesiz ki görmekteyiz. Bizi kendimize çeken, sevdiğimiz ve derin olarak hayranlık duyduğumuz kalite, kişiliktir. Bu başkalarında gördüğümüz bencillik değildir,başkalarının güzel kişiliği bizi cezbeder. Bizi başkalarından iten ise sadece ve sadece onların kaba benlikleridir. Veya biz bunu hassasiyeti olmamak, sertlik, duyarsızlık yada egoistlik olarak da adlandırabiliriz. Çarmıha germe sembolünün daha başka ve daha büyük sırrı ise peygamberlerin, nebilerin kutsal kişilerin yaşamlarında görülür. 1.prensip olarak çarmıha gerilmeyen hiçbir şey Tanrının hükümdarlığına giremez. Bunun anlamı Hz. Mevlana Celalettini Rumi mesnevisinde şu hikayeyle daha iyi açığa çıkar : Günlerden bir gün aşık sevgilisinin kapısına gelir ve kapıyı çalar. İçerden sevgilisinin sesi gelir. Kim o? Aşık, benim der. İçerden gelen ses ‘burada iki kişi için yer yok. Geldiğin yere geri git’ olur. Aşık üzgün bir şekilde kapı açılmadığından dolayı geriye döner. Uzun bir süre büyük zorluklardan üzüntülerden geçip, gerçek anlamda çarmıha gerildikten sonra tekrar benlikten sıyrılmış bir ruh haletiyle kapıyı çalar ve kimsin sesine de ‘sadece sensin, senden başka hiçbir şey yok’ diye cevap verir. Ve ondan sonra kapı açılır.

Tanrı der ki, şimdi içeriye girebilirsin. Bundan sonra herşey sana ait. İşte bu benlikten sıyrılma, yok olma halidir. O öyle bir haldir ki, insan kendi kendini bile düşünmez artık. Kendi düşüncesinden tamamen sıyrılmıştır. Bu bir ölüm halidir. İşte bu hal Tanrı’yı tanıma, tam anlamıyla bilme halidir. İnsan bir kişiyi gerçekten, tüm kalbinden sevdiği anda küçük çapta bu haleti ruhiyeyi yaşar. Ama şayet bir kişi seni şu kadar seviyorum der ve sevgisini sınırlarsa veyahutta ben seni şu kadar ve kendimide o kadar seviyorum dediği anda, ya da ben seviyorum ama genede aramızda bir mesafe bırakmalıyız ve biz asla birbirimize çok yaklaşamayız, biz farklı kişileriz dendiğinde, onun sevgisi, aşkı kendi benliğiyle karışmıştır. Böyle bir durum olduğunda aşk yapması gereken işi dört dörtlük yapmamış demektir. Aşk işini dört dörtlük ancak kanatlarını yaydığında ve kişinin gözlerinin önünden kendi benliğini uzaklaştırabildiğinde yapmış olur. Ancak böyle aşk tam anlamıyla gerçekleşmiştir, dört dörtlük hale gelmiştir. Kutsal kişilerin, ermiş kişilerin yaşamında da böyle olmuştur. Onlar Tanrıyı sadece onu zikrederek veya anlatarak sevmediler. Onların Allah aşkı kendi kendilerini unuttukları anda gerçekleşti. Ve bu gerçekleştirme basamağı, tanıma basamağını biz “çarmıh hali” olarak adlandırırız. Sadece Hz. İsa çarmıha gerilmemiştir. Aslında her peygamber bir parça da olsa belirli bir ölçüde çarmıha gerilme halini yşamıştır. Peki böyle büyük ruhlar neden bu hali çeksinler ki? Bunu çekeceklerine ormana gitselerdi, dağlara veyahutta mağaralara çekilip orada yaşasalardı daha iyi olmaz mıydı? Neden onlar bu dünyada kaldılar ve bu kadar acıyı çektiler ki? sorusu sorulabilir. Mevlana Celaleddin-i Rumi bu konuyu çok güzel olarak şöyle anlatmaktadır : “Dinle neyin sesini, o kalbimize hitap ediyor ve diyor ki, ben orijinal halimden, ait olduğum yerden kesildim, uzaklaştırıldım. Ondan sonra kalbime delikler deldiler. Kalbim kırıldı ve ağlamaya başladı.” İşte dünyaya mesaj getiren ruhların durumu da böyledir. Büyük hocaların ruhani durumu, ruhları da böyledir. Çarmıhı taşıyarak, onun acılarını çekerek onların benlikleri de içi boş bambu kamışına benzer. Ancak bu hal onları çalınabilecek, müzik sesi çıkarabilecek bir enstürüman haline getirir. İçi boşaldıktan ve hiçlik haline gelinip, varlık yok olduktan sonra müzisyen, neyzen onu kendi melodisini çalmak için kullanır. Eğer hala o enstürümanın içinde bir şey olursa, o kamışın içi dolu kalırsa, müzisyen onu kullanamaz. Allah sadece peygaberlerine ve gönderdiği hocalara seslenmemiş, konuşmamıştır. O herkese konuşur, herkesi seslendirir, onun sesi herkese gider. O her kalbin kulağına konuşur, ama her kalp onu duyamaz. Onun sesi gökgürültüsünden de daha seslidir, ışığı da güneşten daha açıktır. Ama herkes onu işitemez, herkes onu göremez. Onu işitebilmek ve görebilmek için aradaki duvarın, aradaki engelin çekilmesi gerekir. Bu engeli bu duvarı da biz kendimiz yapmışızdır. Ancak o benlik engeli çekildikten sonra insan ney haline gelir ki ilahi müzisyen ondan sonra kendi müziğini çalabilir. Ve orfeysun müziği gibi taş kalpler bile müziğin etkisiyle canlanmaya başlar. Ondan sonra çarmıha gerilen kişi uyanır ve sonsuzluk yaşamına geçer. 109.sy 8.cilt bitti.

Ben kimim?

Sık sık kötü olmaya meyilli insanı Tanrı`nın neden böyle zayıf yarattığı konusunda kişi bazen şaşırmakta ve hatta bunu Tanrı`nın bir adaletsizliği olarakta gören insanlar vardır. Ama gerçekte bu böyle değildir. Binbir gece masallarının birinde bu konu çok güzel anlatılmaktadır : Kralın birinin devamlı içen, sarhoş olan bir hizmetkarı vardır. Günlerden bir gün kral eğlenmek için diğer hizmetkarlara ona çok miktarda içki verilmesini söyler. Ve o iyice sarhoş olduktan sonra, onu kendi yatağına yatırmalarını ve öylece kendine gelene kadar beklemelerini emreder. Gün ağardığında müzisyenler gelirler ve adet olduğu gibi on iki tane kız kralın odasında onu uyandırmak için şarkı söylemeye başlar. Hizmetkar uyanır ve bana ne oluyor der. Geçen gece hizmetkardım, şimdide sultanın yatağında yatıyorum ve herşey sultanvari gidiyor. Ben hizmetkar mıyım yoksa bir sultan mıyım diye düşünmeye başlar. Kızlara baktığında, herkes ona önünde eğilirler ve herkes onu sultanım diye çağırır. Ayağa kalkar ve tahtın bulunduğu diğer sarayın bölümüne gider. Tahta oturduğunda vezirler gelir önünde eğilirler ve onu tekrar haşmetvahap olarak çağırırlar. O da artık heralde ben kral olmalıyım diye düşünür. Eğer sadece yatak odasında bir sultan olsaydı bunun hiçbir anlamı olmayacaktı. Ama burada herkes önümde eğildi ve beni sultan olarak çağırdılar. O halde ben mutlaka kral olmalıyım der. Bütün gün kral olarak kalmaktan büyük zevk duyar. Fakat bir gece önce kendisi eve gitmemiştir. Hanımı da belki çok içti ve herhangi bir yerde kaldı diye düşünür. Ancak ertesi gün onu heryerde aramaya başlar ve hiçbir yerde bulamayınca da, hizmetkarlık yaptığı saraya gelir. Kimse de kadını durdurmaz. Çünkü sultan hizmetkarlara bu emri vermiştir. Ve kadın taht salonuna gelip kocasını gördüğünde, hizmetkar sanki o ölüymüş zannıyla hanımına bakar. Ben bir kral olamam, çünkü kral olsam benim karım burda olmazdı. O zaman onunla gitmeliyim diye düşünür. Hanım da o sırada, ‘burda ne yapıyorsun, eve gelmedin. Yemeğimiz yoktu ve sen gelmişsin burada eğleniyorsun. Çabuk benimle gel bakayım diye bağırmaya başlar. Bunun üzerine, hizmetkar seni tanımıyorum, git diye karşılık verir. Fakat kadın ‘hayır sen benim kocamsın, benimle gelmelisin’ der ve onu ayaklarından yakalayıp çekmeye başlar. Adam da o arada ben sultanım, ben sultanım, bırak beni diye bağırmasına devam eder.

İşte hepimizin içinde bulunduğu vaziyet bu hikayede anlatılan durumdur. Ve biz öyle veya böyle bir şey olduğumuza inanmaktayız. Ruhumuz ne olduğuna inanıyorsa onun tecrübesini yapmaktadır. Eğer ruh dış benliğini bir bebek olarak görürse, kendisinin bebek olduğuna inanır. Dış benliğini yaşlı olarak görürse yaşlı olduğuna inanır. Eğer bir sarayda olduğunu görürse zengin olduğuna inanır. Kulübede olduğunu görürse de fakir olduğuna inanır. Ama gerçekte o sadece ‘benim’ diyen bilincidir.

İnsan yaşam rüyasının içinde daima geçici bulutların peşinde koşmaktadır. Peki ne zaman insan uyanır? Karısı geldiği zaman, peki bu insanın karısı nedir? O tabiatın yok edici tarafıdır. Ve o ölüm olarak geldiğinde, o anda sahip olduğu herşeyi ve kendisinin olarak adlandırdığı herşeyi arkasında bırakır. İsmini, şan ve şöhretini, makamını. Bunların hepsi yaşam süresince geçerlidir ve ölüm anı geldiğinde geriye sadece mezarı kalır. Mezarına hiçbir şeyi götüremez. Ondan sonra, bütün bu şeylerin hiçbirinin ona ebedi barış, tatmin ve zevk vermediğinin farkına varır ve ebedi barış, neşe ve zevk verebilecek bir şey aramaya başlar. Kuran-ı Kerim ‘mutu kubla anta mutu’, yani ‘ölmeden öl’der. Sufi ölmeden, ölümünden evvel ölür. Hayatta ölümden sonra gelebilecek halin tecrübesini yapar. Diğer kelimeyle o hanımının kendisine ziyaret etmesine izin verir. Ve ona kendi hükümdarlığında, sultanlığı anında eşlik etmesine de izin verir. Böylece hanımı tarafından ayaklarından çekilip götürülmesine izin vermez. Ve onunla birlikte yaşamdan zevk alır. Dünyada onunla birlikte yaşar. Diğer kelimeyle, yaşayan bir ölü olur.

İnsan olabilmek

‘Vina’ çalan bir müzisyen tanıdım. Çok muazzam, müthiş bir müzisyendi kendisi. Bir günde saatlerce vinasını çalar, onunla çalışmalar yapardı. Ama ne zaman kendisi halka açık konser verse, o anda kendi kendinin bilincine varırdı. Konser anında ilk farkettiği kendi benliği olurdu. Ve bu da başına geldiğinde, tüm oradaki konsere gelen halkın saçtığı intibalar, etkiler üzerine yığılırdı. Ve genelde hemen vinasını alıp, kutusuna koyup uzaklaşmak, oradan kaçmak isterdi. Diğer taraftan Sarah Bernhardt isimli bir şarkıcıyla da karşılaştım. Kendisi çok basit bir “Marseıllaise” isimli şarkıyı söylerdi. Söylediği tek şey bu basit şarkıydı, ama her seferinde bu şarkıyı söylerken öyle bir haleti ruhiyeye girerdi ki, binlerce kişinin konsere gelen kalbini o anda kazanırdı. Bu olay savaş zamanında vuku bulmuştur ve şarkıcı bir fransızdı. Ona bu başarıyı sağlayan konu, onun konsantrasyonuydu. Konsantrasyonu vasıtasıyla kendisini unutarak insanlara üzerinde büyük bir etki sağlamıştı.

Karakter geliştirmesi, oluşması bir ev yapmaktan, bir şehir yapmaktan hatta bir ülkeyi veya imparatorluğu oluşturmaktan daha da önemli ve büyüktür. Peki neden bu kadar önemlidir? diye insan sorabilir. Çünkü yapılan iş, kişinin ehemniyetsiz, önemsiz benliğini oluşturmak ve geliştirmekten başka bir şey değildir. Halbuki bir çok kişi büyük bina ve sanat eserleri yapmışlardır ve hatta uluslar oluşturulmuştur. Ama neticede hepsi yok olmuş ve onlardan geriye hiçbirşey kalmamıştır. Tac Mahal dünyanın en güzel binalarından biridir. Onu görenler sanatkarlar, mimarlar büyük hayranlık duyarlar, ama hepsi bu kadarla kalır. Onu kimin yaptığını düşünmezler bile. Bu sanat eserini yapan hakkında tek bir kalp bile herhangi bir şey hissetmez.

Hindu dinine ait olanlar sabahları kalktıklarında, erkenden Ram, Ram diye dua ederler. Budistler Budha, Hıristiyanlar da İsa diyerek dua ederler. Niye? Çünkü bu kutsal insanların kişiliği, onların manyetik alanı çok etkilemektedir. İsa’nın seçtiği kelimeler yüzyıllardan beri hatırlanmaktadır günümüzde hala. Bunun sebebi de İsa’nın kişiliğidir. Bu sadece ruhaniyet değildir. Eğer ruhaniyet olsaydı çok büyük ruhani mertebelere erişmiş meczuplar vardır. Onlar Allah’la vahdet-i vücut’u yaşamışlardır, ona erişmişlerdir, Allah’la bir olmuşlardır. Fakat bu dünyadan gittikten sonra bir kişi bile onları hatırlamaz. Mevzu dindarlık ta değildir. Camilerde, kiliselerde ellerinde tespihle oturan bir sürü dindar insan vardır. Ama onların dindarlığı kendileri içindir. O dindarlıkları dünyayı yerinden oynatamaz. Eğer o ruhaniyet değilse, dindarlık ta değilse, peki nedir mevzu? Burada önemli olan içimizde insanlığın geliştirilmesidir.

İnsan olmak büyük bir imtiyazdır. Biz insanlığımızı geliştirebilir ve düşüncelerimizde, gerçekte ve şeklen insan olabiliriz. İmtiyazımız insan olmaktir ve buda Tanrı idalidir.

O kayaya verilmemiştir ve bir kaya, üzerinde oturanın kral mı, yoksa dilencimi, veya ermiş, yada kötü bir insan olup olmadığını bilemez. Meleklerde değildir, çünkü onlarada bir kalb verilmediğinden, birbirlerine karşı bir şey hissedemezler. Onlar Tanrı’yı övmeyi hissederler. Tanrı’yı överler. Sadece insan’a bir kalb verilmistir

Hindistanlı bir şair şöyle der : ‘nebi, ermiş veya peygamber yada kutup olmak çok zordur. Ama kişi için insan olabilmek zorsa, ötekilerinin yaşadığı zorluklardan, hayatta yaptıkları mücadelelerden daha ne bahsedeyim ki? Hakikaten ruhani mertebelere erişmek çok zordur. Ama bizim ilk önce denememiz gereken insan olmaktır. Bir melek olmak o kadar çok zor değildir. Materyalist olmak çok kolaydır. Ama dünyada yaşamak ve bu dünyanın her türlü zorluğu ve dünyada yaşayabileceğimiz kavgalara rağmen aynı zamanda insan olabilmek çok daha zordur. Eğer biz bunu başarırsak, o zaman dünyada Tanrının bir minyatürü oluruz. 236.sayfada sonunda da bu hikaye tercümesi.

Yaratılışın sırrı

Eğer sufiye yaratılışın sırrının ne olduğunu sorarsanız, Herşeyi bilenin kendini bilmek isteği ve kendini bilmenin de tek bir şartı olduğu, bu şartında, kendi asıl varlığını yine kendi varlığı için zekayla anlaşılabilecek bir hale getirmesi olduğudur. Çünkü zeka bir varlıktır. Fakat zeka kendi kendini bilmez. Zekanın kendi kendini bilebilmesi için zekayla anlaşılabilecek birşeyin olması gerekir. Bu yüzden de Herşeyi erHer Bilen, kendini tecelli etti ve böylece tanınacak bilinecek bir obje haline geldi. Bu bilgi vasıtasıyla Herşeyi Bilen mükemmeliyete erişti. Bunun tabiki anlamı Herşeyi bilen mükemmel değildi, onda mükemmeliyet eksikti değildir. Hayır, tüm mükemmeliyet yine Herşeyi Bilene aittir. Yalnız o kendi mükemmeliyetinin bilincine vardı. Bu yüzden de, bu mükemmeliyetin bilincinde tüm tecellinin, yaradılışın sırrı yatar.

Sufi der ki : ‘Allah aşktır’. Bu doğrudur, fakat aşk yeterli değildir. Aşk sevmek için, sevgisinin bir objesini yaratmak zorundadır ki, ancak kendi tabiatını bilebilsin, kendi karakterini yaşayabilsin ve kendi sırrını keşfedebilip, kendi neşesini bulabilsin. Örneğin bir tohumun içinde, meyvede, çiçekte, yapraklarda vardır. Fakat bu tohumun dört dörtlük amcının gerçekleşebilmesi için onun toprağa yerleştirilmesi gerekir. Bundan sonra sulanması şarttır. Bunun akabinde tohum açılır, yeşerir ve güneşin vasıtasıyla olgunlaşır. Daha sonra da çiçek meyveler çıkar. İşte bu hal tohumun kendini gerçekleştirmesidir, bu amaç daha ilk baştan daima meyvenin ve çiçeğin kendisinde yatar. Tüm şeylerin arkasındaki sebebi göremeyen bir kişi daha henüz tohum basamağındadır. Zihin ve his dünyası henüz filizlenmemiş tohum basamağında bulunur ve yeşermemiştir.Bir çiçeğin bahar halini tecrübe etmemiştir demektir.

Ama ne zaman ruh gelişmeyi yaşamaya başlarsa ve kendiiçinde saklı olan yaşamın sırrını tecrübe ederse, ancak ondan sonra onun verdiği o neşeyi yaşamaya başlar. Ve yaşam ayrıcalığının önemini, değerini kavramaya başlar. Her şeyden şaşkınlık derecesinde haz ve zevk duymaya başlar. Çünkü her tecrübede iyi veya kötü olsun, o belirli bir neşe ve zevk duyar. Ve bu neşe ve zevk yaşamın sırrının gerçekleşmesidir. Bu neşe sadece zevk veren şeylerde tecrübe edilmez, hatta acıda da bu duyulur. Ve sadece başarıda değil hatalarda da bu haz duyulur. Sadece kalbin coşması halinde değil, kalbin kırılmasının arkasında da belirli bir neşe yatar. Çünkü değersiz olan hiçbir tecrübe yoktur. Ve bilhassa bu amacın farkına varmaya başlayan ruh için yaşamda boşa geçmiş hiçbir an yoktur. Her şartta, her tecrübede ruh yaşamın sırrını tecrübe eder. Bu durum ufak bir örnek ve hikayeyle şöyle anlaşılabilir : Bir cin kendi kendini eğlendirmek ister. Fakat bunu yaparken büyük bir problemle karşı karşıyadır. Çünkü cin çok kuvvetlidir ve ne isterse gerçekleşir. Kendisine bir kaya ol dediği anda cin bir kayaya dönüşür. Ama kaya haline dönüşmesiyle birlikte o yalnızlık ve bir anlamda hapis halini hissetmeye başlar. Vahşi bir ormanlıkta yalnız başına hareketliliğinin kaybolduğunu, hareketsiz ve özgürlüğünün elinden gittiğini, tecrübe yapama halini kaybettiğini hissetmeye başlar. Bu cin için tabi çok müthiş bir esaret halidir. Yıllarca cin büyük bir sabırla herhangi birşeyin değişmesini beklemeye başlar. Tabiki bunun anlamı kaya olarak yaşamı hiç yaşamıyor, yaşamın farkında değil demek değildir. Hatta kaya bile canlıdır ve değişim halindedir. Ama yinede kaya kayadır ve kaya bir cin değildir. Bu sabır süresi içinde geçen binlerce yıl zarfında kaya yıpranmaya ve toprağa dönüşmeye başlar. Ve toprak haline geldikten sonra topraktan cin bir bitkiye dönüşmüş olarak çıkar. Bu yeni hali cin için muazzam bir haldir ve daha sonra bitki bir ağaca dönüşür. Bu kayadan bir ağaca dönüşüm büyük bir zevk verir. Artık bitki halinde yaşamı daha farklı tecrübe etmeye ve ondan daha fazla zevk almaya başlar. Rüzgarla birlikte hareket edebilmektedir. Güneşle gülmekte ve yağmurlarda mutlu bir şekilde banyo yapabilmektedir. Meyveler oluşturabilmekten büyük zevk almakta ve çiçekler çıkarabilmekte, onların açması ona haz vermektedir. Ama yinede iç arzusu henüz tam olarak tatmin olmaz. Hala bir günün geleceği ve onunla birlikte esaretten kurtulacağını ummaktadır. Bu hareket kısıtlılığından ve belirli bir yerde kök salmaktan kurtulacağını ummaktadır. Çok,çok uzun bir zaman cin içinde bulunduğu sınırlılık halinden kurtulmayı bekler. Bu yeni hali şüphesizki kaya halinden daha iyidir. Ama yinede cinin arzuladığı tecrübe değildir. En sonunda meyve çürür ve o meyvenin bir parçası küçük bir solucana, kurda dönüşür. Cin bundan daha fazla zevk alır. Çünkü daha çok hareket etme imkanına sahiptir. Ve şimdi artık belirli bir yerde, kök salmış halde ve hareketsiz durmamaktadır. Bu kurt nefes almakta, güneşlenebilmektedir ve ondan sonra da, o küçük kurttan kanatlar çıkmaya ve uçmaya başlar. Cin daha çok zevk alır bu hali yaşamaktan, bunu yapabilmekten. Bir tecrübeden diğer bir tecrübeye artık havada uçarak erişebilmektedir. Yaşamı bir kuş olarak sürdürmeye başlar. Şimdi ağaçların üzerinde oturabilmekte, yeryüzünde yürüyebilmektedir. Ve dünyayı daha fazla tecrübe edebilmekte ve zevk almaktadır. Ağır bir kuş haline gelir bu sefer. Uçamaz yürümeye başlar sadece. Bu ağırlık onu kabalaştırır ve o bir hayvan haline dönüşür. Bu hal onu daha da fazla mutlu eder. Çünkü bundan sonra o kendini öldürmek isteyenlere karşı koyabilmektedir. Çünkü artık o kuş değildir. Bu yavaş değişim süreci içinde cin en sonunda insan haline dönüşür ve insan haline geldiğinde etrafına bakınır ve düşünür : İşte bu benim arzuladığım bir şeydi. Çünkü şimdi bir cin olarak tüm bu farklı vücutlardan bakabilmekteyim. Bu vücutlara sahip olduğum andan itibaren artık daha fazla özgürüm, daha fazla algılamaktayım ve daha hassasım. Bunun sayesinde çok şeyleri bilmekte ve bir çok şeydende tam anlamıyla zevk almaktayım.

Bundan daha gerekli, daha uygun bir enstürüman olamazdı. Ama yine de bu uygun enstürümana rağmen şimdi uçmak istesem, uçacak kanatlarım yok. Halbuki uçmakta istiyorum. Yeryüzünde yürüyorum ama aslanın da bir kuvveti de bende yok. Aslında gökyüzüne ait olduğumu hissediyorum, ama onun nerde olduğunu da bilemiyorum der. Bu da cini yokluğunu hissettiği birşeyi aramaya iter. Taki ben cindim ve kayayken de, bitkiyken de, kuşken de, hayvanken de yine aynıydım cindim. Ama gözlerimin önünde benim kendi varlığım tarafından çekilen bir perdeden dolayı esir haldeyim. Ancak insan haline geldikten sonra, şimdi anlamaya, görmeye başlıyorum ki ben hep bir cindim. Ve şimdi bu insan olarak yaşama halinde de çok büyük bir sınırlılık hissediyorum. Ve bağımlı olan bu yaşamda hareket etme özgürlüğüne, gerçek olan bilgileri ifade etme özgürlüğüne sahip değilim. Bu düşünceye sahip olduktan sonra hakiki yaşamına, cin yaşamına geri döner. Orada büyük bir muzaffer komutan olarak, mutlak bir hükümdar olarak, parlak bir kral gibi, imparatorun onuruyla şunun farkına varır : ‘Herşeye rağmen ben kendi kendimi yaşamaktan zevk aldım. Acı duyduğum anda da tecrübe edindim ve kendimin bağlı olduğunu bildim. Ve ondan sonra da ben neysem o oldum.’

‘Mutlak Bilen’ insan olarak kendi kendini yaratır. Bu suretle kendi kendini bilir. Peki ‘Mutlak Bilen’e’ bu amacını gerçekleştirebilmek için ne yardım eder? Kalbinde oluşan her soruya sürekli olarak cevap arama.

Yaşamın Gizemi

Bir peri kendi kendini eğlendirme arzusuna kapılır ve dünyaya iner. Çocukların yaptığı küçük bir bebek evi bulur. Bu evin içine girmek ister. Sadece bir bebeğin girebileceği bir yere büyük bir peri olarak girebilmek ise çok zor bir şeydir. Bu yüzden ‘o halde ben şimdi değişik bir yol deneyerek, bir parmağımı şu yoldan, diğer parmağımı diğer yoldan vücudumun her parçasını değişik yollardan bu evin içine yollayacağım’ diye düşünür. Ve kendini çeşitli parçalara böler ve her parçası oyuncak evin değişik bölümlerine gider. Ve bir parça diğer bir parçayla karşılaştığında parçalar arasdında sürtüşme ve çatışmalar başlar . Onların hepsi mutsuz olurlar. Farklı parçalar arasında, ‘niye benim yoluma çıkıyorsun, bu benim yolum, neden benimle beraber geliyosun’ gibi kavgalar başlar. Ve perinin her parçası kendi kendisiyle ilgilenmekte ve bebek evin belirli bir parçasına ilgi göstermektedir. Belirli bir zaman sonra, oyuncak eve duyulan ilgi bittiğinde perinin varlığının belirli bir bölümü oyuncak evden dışarı çıkmak ister. Ama diğer bölümler birbirlerini engellemeye başlarlar. Her bölüm birbirini tutmaya başlar. Sen burda kalacaksın, kesinlikle çıkamazsın diyerek. Ve birbirlerini iter kakarlar. Hiçbiri bir türlü dışarı çıkamaz. Orada büyük bir kaos oluşur. Bu parçaların hiçbiri hepsinin aslında aynı varlığa ait olduklarını, bir perinin parçaları olduklarını bilmemektedirler. Ama yinede her parçası bilinçsiz olarak, bilinç dışında birbirlerini de çeybetmektedir. Çünkü onlar aynı vücudun birer parçasıdırlar. En sonunda perinin kalbi harekete geçer ve kalp her parçayla konuşmaya başlar : ‘Sen benden geldin ve ben sana yardım etmek istiyorum, sana hizmet etmek istiyorum. Eğer zor bir durumdaysan, senin zorluğunu uzaklaştırmaya yardım edebilirim. İhtiyaçlarına gidermek istiyorum ve sana iyi muamelede bulunacağım. Herhangi bir şeye istersen söyle, sana getireceğim. Biliyorum, ki bu oyuncak evde çok rahatsızsın’. Bazıparçalar ise ‘hayır, biz burda rahatsız değiliz ve burda kalmaktan çok büyük zevk alıyoruz. Eğer rahatsız olsak rahatsızlığımızın tek sebebi burda kalmak arzumuzdur. Ama diğerleri, rahatsız olanlar diğerleridir’. Kalpte : ‘Güzel ben sizinle ilgileniceğim, sizinle beraber eğleneceğim. Rahatsız olanlara da sempati duyacağım ve onlara da yardım edeceğim ki, onlar da zevk alıp, eğlenebilsinler. Bu perinin kendi atomlarının her yere dağıldığının farkında olan bölümüydü. Fakat atomlar, dağılan atomlar ise bunu tam anlamıyla, ya da çok az farkındaydılar. Tek, tek aynı vücuda ait olduklarının farkında olanlar pek azdı. Ama onlar bilerek veya bilmeyerek, bilinçli veya bilinçsiz olarak kendileriyle konuşan kalbe manyetik bir şekilde, bağlandılar. Çünkü kalbin böyle büyük birmanyetik kuvveti vardı. Bu aynı güneşin kuvveti gibidir. Hassas çiçekleri güneş çiçeği gibi kendine doğru çevrilip yönelmesini sağlar. Perinin de kalbi bu şekilde kendi varlığının her parçasını kalbine doğru yönelmesini sağladı. Kalbin kendisi ışık ve yaşam olduğundan, oyuncak ev artık kalbi daha fazla tutamadı. Kalp oyuncak evden büyük bir zevk ve neşe duydu, bunu yaşadı, ama aynı zamanda da ondan uzaklaşıp uçmayı başardı. Kalp için tüm atomların aynı vücuda ait olduğunu bulmak büyük bir zevk oldu. Ve o tüm organlarının her parçasıyla beraber çalıştı ve bu şekilde belirli bir zaman sonra organlarının her parçası kalbe doğru geri döndüler. Bözlece mucizevi olay gerçekleşti.

İç tutum

Psikolojide çok önemli bir konu. İnsanın zihin ve his dünyasının durumu daha doğrusu iç tutumudur. İnsanın zihin ve hisleri belirli bir iç tutumu, tavrı takınır. Ondan sonrada tüm dünya, kişinin tüm dünyası bu iç tutumun gölgesi, içtutumun etkisi altında kalır. Yani bir kere korktumu, şüphelendimi veya herhangi bir konuyla ilgili vehime kapıldımı, bu onun zihin ve hislerinin, kendisinin iç tutumu haline gelir. Gördüğü herşey artık onun için bir şüphe korku veya vehime dönüşür.

İnsan kendi iç tutumunun değişeceğini hiçbir zaman bilemez. Yaşam sarhoş edicidir ve kişinin yaşamla ilgili iç tutumuna göre de onun başına uygun olaylar gelir. O çok düşünceli bilge, kaliteli ve öğrenmiş bir kişi olabilir. Ama bir kere onun iç tutumu şüpheye, korkuya, vehime dönüştümü artık ondan sonra tüm yaşamı, onun zihin ve his dünyasından yansıyan etkinin altında bir hakikate dönüşür. Bunun anlamı dünyadaki tüm olaylar ve insanlar o kişinin korktuğu birşeye dönüşür demek değildir. Ama gerçekleşen şey şudur ki, tüm olayların ve kişilerin üzerine önce insanın zihin ve his dünyasının bir gölgesi düşer. Bunun neticesinde bu gölgenin getirdiği hareketlilik onun şüphesinin doğru olduğunu, korkusunun gerçek olduğunu, vehimlerin hakiki olduğu izlenimini yaratır. Diğer bir değişle, onun şüpheleri, korkuları, vehimleri yaşayan bir canlı haline dönüşür.

Bu da esrar içen bir kişiyle ilgili komik bir hikayede iyi anlatılmaktadır : Esrar içen bir kişi hafif uykulu zarı uyanık bir halde bir otlakta yatarken dizinin üstüne de şapkasını koymuştur. O aradakendi kendine, düşün bir der, ya bir hırsız gelse ne yapardım acaba. Düşündüğü andan itibaren birdenbire önünde bir hırsız belirir. Hemen bir sopa arar. Hırsıza sert bir şekilde vurur ve o arada da birdenbire uyanır. Kariısında hala hırsızı görür ve ‘ madem ki sen bana vurdun. O halde ben de sana daha hızlı vuracağım’ der. Hırsıza bir daha vurur. Fakat aslında ortada hırsız, mırsız yoktur. Sadece onun dizi vardır. Dizi, üzerindeki şapkayla birlikte ona bir an için hırsız olarak gözükür. Çünkü hırsız fikri onun zihninde daha önce canlanmıştır. O yumuşakça, yavaşça sopasını kaldırır ve vurur. Ama vurduğu anda asla kendine vurduğunu düşünmez. O anda korku vardır. Hırsız vardır. Bir savaş ve mücadele vardır. Bunun neticesinde canı acır. Peki tüm bu olanlar nedir? Sadece kendi kendisidir. İşte insanın yaşamı da böyledir. Bu esrarı kişi yaşamdan alır. Korku şüphe, adaletsizlik, güvensizlik, vehim intibaları kişiyi derin olarak etkiler. Bu intibalar başka insanların üzerine yansımaya başlar ve o insanlarda aslında kalbinin derinliklerinde gizli olan şeyleri ona göstermeye başlarlar.

Genç bir adam bir gün arkadaşlarına, ‘beni istediğiniz herhangi bir yere yollayın. Ben dayanırım; ruhtan, cinden minden hiçbir şeyden korkmam’ der. Arkadaşları ‘o zaman bütün gece bir mezarlıkta kalabilir misin?’ diye sorduklarında ‘evet’der. Ve bütün gece orada çekinmeden korkusuzca kalır. Hiçbir şeyde olmaz. Fakat güneş tam doğacağı zaman ve bütün gece bir hayalet gelecek beklentisinden sonra, mezarda uzandığı yerden yukarı doğru kalktığında giydiği uzun pelerini yerde duran bir dikenli dala takılır. Ve o dikenli dallar onu çeker. Bu bir şey tarfından çekilme onda büyük bir şok yaratır ve bayılır. Nerdeyse ölüverir.

Eğer bir kişi herkes bana karşı kötü davranıyor, hiçbir arkadaşım yok diye düşünürse, nereye bakarsa orada düşman yüzlerle karşılaşır. Karşılaştığı insanlar çok arkadaş canlısı, sevgi dolu nazik insanlar bile olsa, o yine onlardan soğuk ve düşmanlık hisseder, görür. Şayet bir kişi başka insanların ona karşı oldukları izlemine kapılırsa karşılaştığı herşeyde bu düşüncelerini gördüğüne inanır. Eğer bir kişinin mektup yazdığını görse, tamam işte bana karşı birşeyler yazıyor diye düşünür. Birini kendi düşüncelerinin benzerine sahip olduğunu gördüğünde, bu kişi benim hakkımda düşünüyor ve bana karşı bir takım komlo planları var diye düşünür. Bir kişiyi uyurken bile görse, ‘işte bana rüyasında kötülük yapıyor’ diye düşünür. En sonunda da bu düşünceleri karşılaştığı ve hakkında düşündüğü kişilerin zihin ve his dünyalarına bir gölge gibi yansır. Bu gölge, karşısındaki insanları da aynı onun düşündüğü ve hissettiği şekilde hareket etmeye sürükler. Bilinçsiz olarak diğerleri de bu etkiden dolayı ona karşı hareket etmeye başlarlar. Kişiler bunu bilinçli olarak yapmazlar. Ama onun saçtığı düşüncelerden etkilenerek, ilham alarak böyle davranmaya başlarlar. En sonunda da gerçekten herkes ona karşı olmaya başlar.

Aynısı güvensizlik duygusu içinde geçerlidir. Eğer insanlara güvenmezsek ve herkesin ve herşeyin güven duyulmayacak şeyler olduğunu düşünürsek, gerçekten böyle olmaya başlar. Bu tip şeyler birçok durumlarda sürekli başımıza gelmektedir ve yüz kişiden bir kişi bile bu haleti ruhiyenin farkına varıp kendini kurtarabilmiş durumda değildir. Eğer biz kendimizi bu tip intibalardan kurtarabilirsek, hiçbir şey yapmadan sadece haletı ruhiyemizi değiştirerek, dış yaşantımızdaki şartları değiştiririz.Ve böylece aynı zamanda güven duymadığımız insanları güvenli kişilere çevirebiliriz. Korktuğumuz bireyleri de büyük arkadaşlarımız haline dönüştürebiliriz. Bir kere zihin ve hislerden bu şüphe kaldırıldımı, artık hiçbir kimseden daha fazla vehim kapmayız.

Bunun anlamı herkese güvenmenin büyük bir erdem olduğu değildir. Bunu yaparak kendimizi herkesin çantasından sorumlu tutmuş oluruz. Bu da üzerimize yüklenebilecek büyük bir sorumluluktur. Peygamberimiz şöyle demiştir “önce deveni bağla, ondan sonra Allah’a tevekkül et”. Ama eğer kişi güven ve itimatı içinde sağlam ve derin şekilde geliştirirse, o devesini boşluğa ve kendisini de Allah’a teslim eder. Ondan sonrada artık deveyidedaha fazla arzulamaz. Güven veya güvenmeme bu farklı tutumları bizim tecrübelerimiz takip eder. Yavaş, yavaş yaşamdan tecrübeler elde ederiz. Bu tecrübe bize kime güveneceğimizi, kime güvenmeyeceğimizi öğretir. Süphesiz kişiler vardır ki, onlar herkesten şüphe ederler. Ama bu bir hastalıktır, normal bir şey değildir.

Yalnız buradan çıkacak ders insanın hiçbir şeyden korkmaması da değildir. Ama şunu söyleyebiliriz ki, korku aslında kötü bir şeydir. Bir hint brahmin hikayesinde genç bir adam, hocasının anlattıklarından çok etkilenmiştir ve hocası Tanrı’ nın dünyada var olan her şeyde göründüğünü, tecelli ettiğini talebelerine anlatır. Genç talebede böylece korkacak ve güvenilmeyecek hiçbir şeyin olmadığı sonucunu çıkarır. Bu düşünce genç adamı bu dünyada evimdeymiş gibi rahat hissetmesini sağlar. Günlerden bir gün bir fil delirmiş bir şekilde yolda koşturmaya başlar. Genç adamın yürüdüğü yolda fil de koşturmaktadır. Yoldan geçen insanlar koşarak ‘kaç, kaç, delirmiş tehlikeli bir fil geliyor’ diye bağırırlar. Ama genç adam hiç istifini bozmaz. Yolunda yürümeye devam eder. Palmiyerle kaplı caddede delirmiş filin karşısında Tanrı’nın karşısında durduğu gibi korkusuzca kalır. Aynı hocasının ona anlattığı şekilde. Bunun sonucunda da fil onu hortumuyla tutar, aşağıya fırlatıp, atıp gider. Perişan bir halde kendinden geçer talebe. Daha sonra çevresinde olup genç talebeyi tanıyanlar onu hocasına geri götürürler. Uyandığında, kendine geldiğinde genç adam hocasına, ‘hocam, siz bana Tanrı’nın görüntüsünün her şeyde olduğundan bahsettiydiniz. Bu yüzden filin karşısında ellerimi birbirine bağlayarak korkusuzca durdum. O arada hocası sorar : ‘Peki herhangi biri sana uzaklaşmanı, kaçmanı söyledi mi?’ der. Cevap ‘evet’ olur. ‘O taktirde filde de Tanrı’yı gşrdüğün halde sana kaçmanı söyleyenlerde niye Tanrı’yı görmedin, onları Tanrı’dan gelen uyarı olarak kabul etmedin’ der.

Güvensizlikten derince etkilenmemek demek insanın herhangi bir kişiye kayıtsızca güvenmesi ve görmesi gerekenleri görmemesi değildir. Veyahutta korkudan kurtulmanın anlamı hareket eden motorlu bir arabanın karşısına geçipte ben güveniyorum, herşey doğru olacak demek değildir. Yaşamda, herşeyin kendine göre bir yeri vardır. Şayet biz olayların bizi yersiz bir şekilde ve gereksiz yere etkilemesine izin vermezsek, o taktirde herşey faydalı olur. 126.sayfada bu konu ve hikaye bitti. 11.cilt.

Sayfa 184. 6.cilt.

Tanrı İdeali

Tanrı ideali hakikatte ruhani mükemmeliyet ilmine doğru giden yolda bir basamak taşıdır. Tanrı ideali vasıtasıyla yüksek ilim elde edilebilir. Tanrının gözlerinin önünde gösterilmesini isteyenler veyahutta Tanrı´nın varlığı hakkında bir delil görmek isteyenler hata yapmaktadırlar. Çünkü mukayese edilemeyen, isimle tanınamayan gösterilemez. Örneğin biz ışığı görebiliriz. Işık bizim bilincinize ve zekamızca bilinebilir. Çünkü ışığın karşıtı, zıttı vardır. Onun zıttı karanlıktır. Zıtlar vasıtasıyla biz eşyaları tanımaktayız. Ama Tanrı`nın bir zıttı olmadığından aynı dünyadaki bilinen şeyler gibi onu da bilmemiz mümkün değildir. Ayrıca Tanrı`yı tanımlamaya çalışmak onu tahtından indirmek demektir. Ne kadar onun hakkında az söylenirse o kadar daha iyidir. Ama yine de Tanrı hakkında bilgi sahibi olmak, mükemmeliyet peşinde koşan, mükemmeliyeti arayan bir kişi için çok gereklidir.

Farklı dinlerin Tanrı hakkında farklı görüşleri oluşmuştur. Ama sadece dinler değil, her insanın aslında Tanrı hakkında bir fikri vardır. Biz herhangi bir varlık hakkında bir fikir üretmeden düşünmemekteyiz. Örneğin eğer bize biri peri masalı anlatırsa, birinci yapacağımız iş peri hakkında bir fikir üretmektir. O ürettiğimiz konseptte kendimize benzer. Melek hakkında konuştuğumuz zaman yine onun hakkında bir fikir yaratırız. Ve insanın kendi yaptığı tecrübelere uygun olarak bir konsept üretmesi çok doğal bir eğilimdir. Bu yüzden de bu üretilen konseptlerin insanın varlığına yakın olması da doğaldır. İnsanoğlu bir melek ya da periyi bir kuş veya bir hayvan olarak tahayyül etmez. Kendine benzer bir şey olarak tahayyül eder. Eğer bu doğru ise o zaman herkesin Tanrı hakkında kendini uygun bir fikri olması da bir hata olamaz. Ama bu fikri başkalarının elinden almak isteyen kişiler ve başkalarına kendi fikirlerini empoze etmek isteyenler de büyük hata yapmaktalar. Bu doğru bir şey değildir. Hiç kimse başkasına kendi Tanrı fikrini empoze edemez. Çünkü her kişinin onu kendisi için, kendi kendine gerçekleştirmesi gerekir. Tüm geçmiş dönemlerin peygamberleri insanlara belirli bir Tanrı ideali, ülküsü vermişler. Böylece insanların bir Tanrı konsepti yapmalarına yardım etmişlerdir. “eğer Tanrın yoksa onu yap” diye bir atasözü de vardır. Bu en doğru ve sınırsız hakikati kavrayabilmenin en doğru ve en kolay yolu budur.

Doğunun Romeo ve Jülyet’i olan Leyla ve Mecnun hikayesinde Mecnun’a biri sorar : Leyla güzel değil. O ne ki? Sen niye onu bu kadar seviyorsun? Mecnun alçak gönüllü bir şekilde, “senin Leyla`yı görebilmek için benim gözlerime ihtiyacın var” der. Tanrı konseptide farklıdır ve her kişinin birbirinden ayrı konsepti vardır. Ve bir kişi diğerine kendi Tanrı konseptini veremez. Başka bir hikayede de ev kadını büyük bir bayramvari yemek hazırlar. Kocası eve geldiğinde, ‘benim güzel hanımım niye bu kadar büyük bir eğlenceli yemek hazırladın?’diye sorar. Kadının cevabı ise, ‘bu doğum gününden de çok büyük bir gün benim için’ der. Adamın ısrar etmesi üzerine sebebi şöyle açıklar : ‘Sevgili kocam, ben senin Allah’a inandığını öğrendim’ der. Adamda bunu nasıl öğrendiğini sorar. Karısı ‘bir gün uykunda Allah’ın ismini zikrettin. Bu yüzden de ben çok sevindim’ der. Adam ‘aman Allah’ım bu benim kalbimin en büyük sırrıydı, en kutsal şeyiydi ve bu bugün açığa çıktı. Bunu daha fazla dayanamam ve artık yaşayamam’der ve anında aşağı doğru düşer ve ölür. İşte bda onun Tanrı hakkındaki konseptinin çok kutsal olduğunu gösterir. Sayfa 185 bu hikayenin de sonu.

Peygamber ve komşusu

Er veya geç her zeki insanın yaşamında öyle bir an gelir ve bu dünyadaki yaşamın sırrını sormaya başlar. Ben ‘niçin burdayım? Hayatımda neyi gerçekleştirmem gerekir? soruları ortaya çıkar. Bu sorular açığa çıktıktan sonra kişi şüphesiz ki ilim yolunda ilk adımını atmış demektir. Daha önce o ne yaparsa yapsın yaşantısının amacının farkında değildi. Bu yüzden de mutsuz kalır. İçi ne olursa olsun, yaşamdaki hal ve vaziyeti ne olursa olsun, ister akıllı ister aptal, ister okumuş ister cahil, o daima yaşamın sırrını, yaşantısının amacını bilmediğinden mutsuzdur. Başarılı olsa ya da olmasa da yaşantısının amacını bilip onu gerçekleştirme arzusu hep kalır. Bunu gerçekleştirene kadar da insan tatmin olmaz. Bu yüzden öyle insanlar vardır ki işlerinde büyük başarı elde ettikleri, çok iyi meslek sahibi oldukları halde, sosyal yaşantıları çok rahat ve toplumda popüler kişiler olmalarına rağmen bunlar yine de mutsuzdurlar. Çünkü onlar yaşamlarının amacını bilmemektedirler.

Peygamberimiz Hz. Muhammed’le ilgili şöyle bir rivayet vardır : Belirli bir amaç için bu dünyaya gelmiş olan peygamberimiz zaman içinde müthiş bir huzursuzluk duymaya başlar. Yaşantısıyla ilgili şeylerden tatmin olmamaktadır. Bu yüzden de ormana, kimsenin olmadığı vahşi yerlere dağlara inzivaya çekilmeyi düşünür. Oralara gidip yalnız başına oturmaya başlar. Sadece kendi kendisiyle başbaşa kalır ve bilmediği, peşinde koştuğu şeyin ne olduğunu bulmaya çalışır. Hanımına ruhunun arzuladığı şekilde yalnızlık içinde yaşamak istediğini ve buna izin verip vermediğini sorduğunda da hanımı ona izin verir. Ondan sonra yalnızlığa çekilip, günlerce yalnız başına kalır. Fiziksel vücudun ve zihin ve his dünyası yaşamın ortasında devamlı huzursuzluk ve rahatsızlık içindedirler. Bunlar sakinleştiğinde, zihin ve hisleri sükutu bulduğunda ve ruhu sessizleşip, sakinleştiğinde ve peygamberin kalbide huzur bulduğunda, tabiatla, uzayla, gökyüzüyle, dünyayla kontağa girdiğini hisseder ve her şeyin kendisine koştuğunu görmeye başlar. Su, bulutlar, herşey onunla konuşmaktadır. Tüm dünyayla kominikasyon halindedir. Tüm yaşamla. Ondan sonra peygambere ‘Rabbi’nin ismiyle oku” emri gelir. İşte bu idealizmin dersidir. Sadece tabiatla beraber ve bir olmak değil aynı zamanda Rabbi’ni idealize etmek. Günümüzde şu anda ise insanlar geriye gitmektedirler. İnsanların çoğu çok zekileşmelerine rağmen ideallerini kaybetmekteler. Tanrı’yı bulmak istediklerinde sayılarda ve işaretlerde onu aramaktalar. Ve çok kişi dua etmek, ibadet etmek yerine meditasyon yapmayı tercih etmektedir. Bu şekilde entelektüel kişiyle ideal sahibi kişi arasında daima zıtlaşma ve çekişme oluşmuştur.

Peygamber ilk önce Tanrıyı idealize etmeyi öğrendi. Gerçekleşirdiği bu ideal onun Tanrı konsepti haline geldikten sonra, onun Tanrı konsepti canlandı ve uyandı. Bundan sonra da şu mesajı aldı : ‘Şimdi sen halkına hizmet etmelisin, onlarda dini hisleri, Tanrı idealini uyandırmalısın. Ruhani erişme arzusunu uyandırmalısın. Daha iyi bir yaşam, yaşama arzusunu geliştirmelisin. Ancak bundan sonra o kendisinden daha önce gelen peygamberin gerçekleştirdiği şeyleri gerçekleştirme sırasının kendine geldiğini anladı. Gerçekte yaşamın iki tane amacı vardır. Birincisi daha küçük, diğeri de yaşamın daha büyük ve daha önemli amacıdır. Birincisi hazırlayıcı nitelikte, diğeri ise nihayi niteliktedir. Yaşamın hazırlayıcı nitelikteki amacı aynı neticeye giden yolda bir basamak taşı gibidir. Bu yüzden önce kişinin yaşamın hazırlayıcı nitelikteki amacına dikkat etmesi, önem vermesi gerekir. Doğuda ermişler hakkında bir çok hikaye anlatılır. Bu hikayelerde ermişler bazı insanları onların yaşamlarının amaçlarına hazırlarlar. Kişi bu amacının farkına varıp uyandığı anda onun yaşamı tümüyle değişir. Hindistan’da geçen hikayenin birinde Şivaji isimli bir genç hırsızlık yaparak yoldan geçen seyyahlara saldırmakta ve onları soyup yaşamını sürdürmktedir. Günlerden bir gün işine gitmeden önce bir ermişi ziyaret eder. Onu selamlayıp, ‘değerli hazret ben senin beni kutsamanı, bana yaptığım işte yardım etmeni rica ediyorum’ der. Ermiş, ne yaptığını sorduğunda, ‘ben çok basit önemsiz bir hırsızım’der. Bunun üzerine peki seni kutsuyorum dualarım seninle birlikte olacak’ der. Hırsız çok sevinir ve o gün soygun yaparken çok büyük bir başarı kazanır ve başarısın çok dan mutlu olarak tekrar ermişe döner. Onu yeniden ayaklarına kapanarak selamlar ve “ne kadar büyük bir içtenlikle benim için dua ettiniz ki çok başarılı oldum”der. Ermişse “ama ben senin başarından tam olarak tatmin olmadım, senin daha çok başarılı olmanı istiyorum. Üç,dört veya daha fazla hırsız bul ve onları kendine bağla ve onlarla birlikte çalışmaya başla’ diye öğüt verir. Yeni bulduğu diğer hırsızlarla birlikte genç hırsız çalışmaya başlar. Soygunlara devam eder, çok büyük başarı kazanır. Bir kere daha ermişe gittiğinde, tekrar onun duasını ve kutsamasını istediğinde ermiş “başarılısın ama ben tam olarak tatmin olmadım. Dört hırsız çok az. Senin büyük, en az yirmi kişilik bir çete oluşturman gerekir”der. Böylece genç hırsız yirmi kişilik bir çete oluşturur. Ve ondan sonra da bu yüzlerce kişilik bir çete oluşturur. Daha sonra ermiş “hala senin yaptığın bu küçük iş beni tatmin etmemekte. Sen genç adamlardan oluşan küçük bir orduya sahipsin. Halbuki daha büyüğünü başarman lazım. Büyük bir ordu toplayıp moğollara saldır ve onları bu ülkeden dışarı at. Böylece bu ülkede biz kendi kendimize yaşayıp hükmederiz”der. Genç adam bunu da yapar. Büyük bir hükümdarlık kurar. Daha sonra belki o tüm ülkeyi kapsayan bir imparatorluk kurabilecekken vefaat eder. Eğer Şivaji yaşasaydı gerçekten bir imparatorluğu da muhakkak kurardı. Burada ermiş adam karşılaştığı gence hırsızlık yaparak ne kadar kötü bir şey yapıyorsun. Fabrikada git orada çalış diyebirdi. Ama ermiş Şivajideki kapasiteyi gördü. Hırsızlık onun için birinci dersti. Onun a, b, c siydi. Tüm ülkeyi koruyan ve düşmanlardan temizleyen buyola gelişinde ilk adımlardı bu yaptığı soygunlar. Ermiş kişi onda kral olabilecek kapasiteyi ve potansiyeli, kendilerini Moğollardan kurtarabilecek olan imkanı gördü. Hırsızlar bunu görmemekteydiler. Genç adamda bunun farkında değildi. O ermiş tarafından ileriye itildi. Ermiş onu hırsızlığa itmedi, sadece büyük bir iş başarması için hazırladı.

Doğuda ruhani yolda bir hocaya çok büyük bir önem insanlar vermektedirler. Bunun sebebi ne acaba? Bunun sebebiyle ilgili hafız şöyle der: “eğer hocan sana namaz seccadeni şarapla sula derse yap onu”. Düşünün ki namaz seccadesi çok kutsal bir objedir ve şarapsa haram edilmiş bir şeydir. Ama hafız devam eder : “çünkü bilen kişi, nereye gidilmesi gerektiğini en iyi bilendir. Örneğin eğer bir kişi mal mülk sahibi olmak istiyorsa onun tüm ruhu, zihin ve hisleri bununla meşguldür. Herşeyini bu konuya odaklamıştır. O kişiye şöyle denilebilir : ‘Hayır mal mülk sahibi olmak iyi bir şey değildir. Nedir ki mal mülk, gerçek hakikat değildir, faydasızdır. Sevmeyi öğrenmelisin, ruhani olmalısın’. Ama o kişinin zihin ve hisleri o noktada değildir ki. Bu yüzden onun ruhani olması mümkün değildir. O belirli bir konuya kendisini konsantre etmiştir ve istediği para biriktirmektir. Para kazanmazsa, mal mülk sahibi olamazsa mutsuz olacaktır. Eğer o ruhaniyete, dine sevmeye, dua etmeye itilirse bütün bunlar ona yardım edemezler. İşte böyle çok sık insana su yerine yiyecek, yiyecek yerine de su verilmektedir. Bu tabiiki iyi bir şey değildir. Ruhaniyet zamanı geldiğind gelir. Fakat hazırlayıcı hedef ve insanın bu dünyaya yapması gereken hizmet ve iş kişinin ruhani mükemmeliyete uyanması için birinci basamak olur. 36.sayfa bu hikayenin de anlatımın da sonu.

Konyentrasyon

Tasavvur kuvvetini en iyi şekilde gerçekleştiren ve düşüncelerini de nasıl kontrol edeceğini öğrenmiş olan kişi yaşamında büyük bir denge unsuruna sahip olur.

Bu durum nasıl elde edilir? Konsantrasyon vasıtasıyla. Hindistanda Tanrı’nın iki çocuğuyla ilgili olduğu anlatılan bir kutsal Hindu destanı vardır. Bu destanda bu iki çocuk anneleriyle birlikte, babalarının sultan olarak yaşadıkları ülkeden kovularak, sürgüne başka bir ülkeye giderler. Bu ülkede yolda bir atla karşılaşırlar. O ülkenin serbest bırakmış bir atıdır ve kim ona binebilirse, ülkenin kralı olacaktır. Genç çocuk attan çok etkilenir. Onun onu yakalayabilmek için peşinde koşmaya başlar. Fakat bir türlü onu yakalayamaz. Çünkü at bazen yavaşlar ama tam çocuk ona yaklaştığı anda tekrar hızlanıp elinden kaçar. Annesi bu durumdan çok üzülür. Çocuğunu da göremediğinden yaşlı kardeşine, gidip onu bulmasını ister. Ağabey genci arayıp bulduğunda kardeşinin hala atın peşinde koştuğunu görür. Ve kardeşine “bu yaptığın uyguladığın yanlış bir metot. Bu şekilde atı hiçbir zaman yakalayamazsın. En iyisi onun peşinde koşmak değil onunla karşılaşmaktır”der. Gençde atın peşinde koşacağına onunla karşı karşıya gelir ve bu şekilde onu yakalar. Annesi deçok sevinir ve oğlunun atı yakaladığından dolayı gurur duyar. Genç ise o ülkenin kralı olup babasının tacını tekrar giyer.

Bu hikayede at insanın zihin ve his dünyasıdır. Eğer zihin ve his dünyası kontrol edilirse, ondan sonra ustalık kazanılır ve Tanrı’nın hükümdarlığına varılır. Hikayede genç kardeş talebeyi, yaşlı ağabeyde hocayı temsil etmektedir.

Zihin ve his dünyasını kontrol etme yolu da onun peşinden koşma değil, odaklamadır ve konsantre olmadır. Konsantre olarak kişi onunla karşılaşır, karşı karşıya gelir. Anlatımlara göre bir sufinin talebesi bir gün şöyle bir soru sorar : ‘Hocam bir türlü bir konu üzerine konsantre olamıyorum. Bir obje üzerine konsantre olmaya çalıştığımda, diğer başka bir obje gözümün önüne geliyor ve daha sonra onların hepsi birbirine karışıyor. Ve neyin ne olduğunu bilemiyorum. Bir konuda, bir obje üzerine zihin ve hislerimi odaklamak benim için çok zor oluyor.’ Öğretmen : ‘Senin zorluğun ve problemin tedirgin olmanda yatıyor. Konsantre olmaya başladığın anda sen tekrar zihin ve hislerinin bir konudan diğer konuya atlayarak dolaşacağından korkarak tedirgin olmaya başlıyorsun. Eğer tedirgin olmassan, senin zihin ve hislerin dengelenecek. Ama senin endişen hislerinin daha fazla hareket etmesi aktive olmasına sebep olmakta. Şayet onun sana verdiklerini olduğu gibi kabul edebilirsen ve artık onun peşinde koşmayıp onun nereye gittiğinle ilgilenmezsen, ve eğer şimdiye kadar bu sahip olduğun tutumu değiştirirsen ve kendi zihin ve hislerinle yüz yüze gelebilirsen, ancak o taktirde düşüncelerin nerden ve neyle sana geldiğini görebilir ve daha iyi konsantre olabilirsin.’

Bu hikayeden öğrenilebilecek çok büyük bir ders vardır. Bu aslında herkesin başına gelen bir olaydır. Kişi konsantre olmak için oturduğu andan itibaren onun zihin ve hisleri ritmini değiştirir. Çünkü o kişinin kendisini kontrol altında tutmasından zihin ve hisleri korkar. Zihin ve hisler böyle bir şeyi istemez. O hep özgür kalmak arzusundadır. Nasıl sen kendi haklarını korumak istersen zihin ve hisler de haklarına sahip çıkıp onları korumak ister. En iyi yol zihin ve his dünyasını geldiği gibi kabullenip karşılamaktır. O ne getiriyorsa onları kabul et, zihin ve his dünyanla yüzyüze gel ve onun getirdiklerinden dolayı canını sıkma, kızma. Olduğu gibi kabullen. Ancak bundan sonra sen zihin ve hislerini kontrol edebilirsin. Çünkü o anda artık o sana gelmiştir ve daha başka bir yere gitmeyecektir. Bırak ne getirirse getirsin. Bu yolla sen zihin ve hislerinle bağlantıya geçebilirsin ve ona bakmaya başladığın, göz göze geldiğin andan itibaren zihin ve his dünyanı elinde tutabilirsin.

Bir fotoğraf çeken, çekmek istediği konuyu ancak kamerasını o konu üzerine odakladığı anda elinde tutar. Aynısı insanın zihin ve his dünyasıyla ilgili de geçerlidir. Kendisini zihin ve his dünyası üzerine odaklayan kişi artık onu kontrol altında tutuyor demektir.

Konsantrasyonu evrimin farklı basamakları olarakta kabul edebiliriz. Konsantrasyonun birinci basamağında konsantre olmak istenen belirli bir obje vardır. Bu iki hareketten oluşur. Birinci hareket objeyi oluşturmak, ikincisi ise yapılan objeyi zihin ve his dünyasının önünde tutmaktır. Bu tıpkı odun parçaları, otlar ve benzeri şeyler getiren, yuva yapmak isteyen bir kuşa benzer. Kuş farklı farklı şeylerden kendisi için ufak bir ev yapar. Birinci hareket evi yapmadır. İkincisi ise ona bakmaktır. Bu bir çeşit konsantrasyondur. Diğer bir çeşitte ise obje mevcuttur. Zihin ve hislerin bu objeye odaklanarak onu dışa yansıtması gerekir.

Konsantrasyonun diğer basamağında odaklanan objeyle ilgili improvızasyon yapılır. Örneğin bir kaplan tasavvur edilir ve ondan sonra da kişi kaplanın arkasında bulunan diğer manzara ve nesneler tahayyül edilmeye başlanır: Arkadaki kayalar veya bir dağ, ağaçlar, orman, nehir improvize edilir. Bu ilerleme ve gelişmedir : Aynı anda arka yapıyı, arkada olanları da göz önünde tutmak, onlara da odaklanma ve zihin ve hislerin aktivitesine göre de hareket etme ya da yön değiştirmek. Hatta eğer kaplan değişse bile bunun artık önemi yoktur. Kişi burada bir çeşit konsantrasyonu başarmış, sağlamıştır.

Üçüncü konsantrasyon basamağı ise bir fikre konsantre olma, odaklanmadır. Fikirin ifade edilemeyen belirli bir formu vardır, ama zihin ve his dünyası onu yaratır.

Şimdi ise hislerin sakinleştirilmesi konusuna gelelim. Hisler yaşantımızda çok önemli bir mevzuyu teşkil ederler ve bütün yaşantımız buna bağlıdır. Eğer kişi bir kere ümidini kaybetti mi, bazen o tüm yaşamı boyunca hayata olan herşeyini kaybeder. İnsan bir kere hayal kırıklığına uğradı mı yaşamı boyunca itimatını, güvenini kaybeder. Ve yine kişinin kalbi kırıldı mı, hayatı boyunca kendine olan güvenini gider. Kişi bir kere korktu mu, bu korku daimi olarak kalbinde saplanıp kalır. İnsan bir kere başarısız oldu mu, yaşamı boyunca bu başarısızlık intibası onunla beraber kalır. Doğuda insanlar kuşları birbirleriyle kavga ettirmeyi çok severler. İki kişi kuşlarını bir araya getirir, birbiriyle kavga ettirir. Bu adamlardan biri kendi kuşunun diğer kuşa en sonunda, yenileceğini farkettimi hemen daha kavga bitmeden, kuş daha yenilgiye uğramadan onu kavgadan çeker. Kuş sahibi iki kuş kavga ederken yenilgiyi görür ve kabullenir. Ama kendi kuşunun yenilginin getirdiği bir tecrübeyi yaşamasını istemez ve bunu önler. Çünkü kuş bunu bir kere tecrübe etti mi, yenilgi intibasını yaşadı mı artık bir daha asla kavga etmez. Bu bizim zihin ve his dünyamızın, gönlümüzün içinde yatan bir sırrıdır. Bir kere biz gönlümüzü yani zihin ve his dünyamızı nasıl korumamız gerektiğini, ona nasıl dikkat etmemiz gerektiğini öğrenirsek aynı kuş sahibinin dikkatli oluşu, kuşunun başına bir şey gelmesini önlemeye çalışması gibi biz de zihin ve hislerimize ve gönlümüzün kötü bir intibaya sahip olmasını önleyecek her türlü çareye başvurur ve her türlü feragatte bulunuruz. Bu şekilde yaşantımızı en iyi şekilde yönlendiririz.

Büyük kahramanlar ve kişiliklerin yaşantılarından bildiğimiz gibi, onlar her türlü zorluk, üzüntü ve güçlükle karşılaştıkları halde yine de kalplerini aşağılanmaktan daima korumuşlardır. Bu onlara sahip olduğu gücü kuvveti getirmiştir. Onlar daima aşağılanmaktan kaçınmışlardır. Ölüme bile razı olmuşlardır. Savaşmaya, acı çekmeye, fakirliğe ama aşağılanmaya asla.

Size yaşantımla ilgili ilgi çekici hoş bir anektot anlatmak istiyorum. Nepal’de Himalaya dağlarının yakınlarında bulunurken bir hizmetçiye ihtiyaç hissettim ve bir hizmetçi aradım. Şatriya zümresine ait olan dağlarda yaşayan bir savaşçıyla karşılaştım. O bana hizmet etmeği kabul etti. Ne iş yapabileceğini ona sorduğumda sizin istediğiniz her işi yapabilirim dedi. Peki ne ödemem gerekiyor dediğimde de ne verirseniz kabul ederim diye cevapladı. Vereceğim herhangi bir ücreti baştan kabul etmesi ve istediğim herhangi bir işi yapmaya hazır olması benim hoşuma gitti. “Peki istediğin herhangi bir şart yok mu?” cevabına “tek şartım var, bana aşağılayıcı kötü bir kelime söylememeniz” demek oldu. Tahayyül ediniz, o herhangi bir ücreti almaya hazırdı, her işi yapmaya da razıydı. Ama aşağılanmaya razı değildi. İşte bu savaşçının ruh haliyetini çok taktir ettim. Bunu kelimelerle anlatmak mümkün değildir. İşte bu ruh haleti onu savaşçı yapmıştır.

Bizim başarısızlığımız veya başarılarımızın hepsi zihin ve his dünyamızın yani gönlümüzün içinde bulunduğu, haleti ruhiyeye, duruma bağlıdır. Eğer zihin ve his dünyamız başarısızlığa uğrarsa, bizim içinde başarısızlık kesindir. Ama o başarılıysa dış dünyada şartlar ne olursa olsun en sonunda başarı gelecektir.

Ufuk ve Tanrı

Günlerden bir gün bir kayıkta seyahat ederken kayıkçı bana çok ilginç çekici bir tavsiyede bulundu. Deniz tutmasına karşı herhangi bir çare bilip bilmediğini sorduğumda cevabı, ‘hayır insanlar uzun zamandan beri buna çare arıyorlar, ama şu ana kadar henüz bulunamadı. Siz eğer gözlerinizi ufka diker ve oraya konsantre olursanız, bu şekilde ancak deniz tutmasından kendinizi koruyabilirsiniz. Onun verdiği bu tavsiyenin bana çok büyük bir faydası dokundu.

Bakış açısı genişledikçe yaşamdaki zorlukların azaldığını görmek benim tasavvurumu geliştiren iyi bir sebeb oldu. Eğer biz gözlerimizi görebildiğimiz kadar uzaklara, ufka dikersek, yaşamda mutsuz eden küçük şeylerden kendimizi koruyabiliriz. Tanrı bizim için, görebildiğimiz ve hatta onunda ötesinde olan ufuktur, Çünkü biz ne ufka değebiliriz, ne de Tanrı’ ya.

Kalpten dua

Tanrı ve Tanrı ideali güneş ve ışık örneklemesiyle açıklanabilir. Nasıl güneşin bulutlarla kaplandığı zamanlar varsa, aynı o şekilde de Tanrı idealide materyalizmle kaplanır. Fakat bir an için bulutlar güneşi kaplasa dahi bunun anlamı güneşin yok olması değildir. Yine tıpkı bunun gibi Tanrı idealide materyalizmin etkisi altında yok olmuş gibi gözükse bile yinede Tanrı olduğu gibi kalır. Dünya şartları aynı yükselen ve alçalan dalgalara benzer. Bazen o yükselir bazen de aşağı iner, düşer. Fakat dalgaların her yükselişine ve düşüşüne rağmen deniz gene aynı denizdir. Tüm değişikliklere rağmen yaşam da yine aynı yaşamdır, değişmez.

Hindistanda bir dindar müslüman dua ederken önünden geçen bir kızla ilgili meşhur bir hikaye anlatılır. Dini kurallara göre dua eden bir kişinin önünden geçilmez. Fakat yolda giden kız namaz kılan birinin önünden geçer. Adamda ona “ne kadar büyük bir günah işliyorsun. Bilmiyor musun yaptığını?” der. Genç kız adamdan hatasını öğrendiğinde : ‘Sana zarar vermek istemiyordum ve bunu isteyerek yapmadım. Ama bana dua etmekle neyi kastettiğini anlatırmısın? der. Müslüman : ‘Benim için dua etmek Tanrıyı düşünmektir’ diye cevaplar. Genç kız : ‘Ben de sevgilim olan genç adamı düşünüyordum ve sizin önünüzden geçtiğimde de hala onu düşünmekle meşguldüm. O yüzden sizi göremedim. Ama peki siz Tanrı’yı düşünürken beni nasıl görebildiniz?

Bu yüzden canlı bir kalpten yapılan dua canlıdır ve ölü bir kalpten gelen duanın ise hiçbir anlamı yoktur ve ölüdür. Bir arapla ilgili de yine ilginç başka bir hikayede ise genç bir arab camiye doğru dua etmek için koşar, ama o sıradada namaz bitmiş olur. Orada yolda camiden gelen biriyle karşılaşır ve ona namazın bitimi sorar. Namazın bittiğini öğrendiğinde ise çok derinden bir vah, yazık oldu diye iç çeker. Diğer adam ise, ‘sen bana yaptığım duanın karşılığında aldığım sevaba karşılık senin bu iç çekmenin sevabını verirmisin?’diye sorar. Genç arab bunu hemen kabul eder. Ertesi gün rüyasında peygamberi görür. Peygamberde ona bu yaptığı sevap alış verişinde zarara uğradığını söyler ve ona bu iç çekişin tüm yaşamı boyunca yapılacak dualardan daha değerli olduğunu anlatır. Çünkü o iç çekiş kalpten gelmiştir.